Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 286. sayısında yayınlanmıştır.
Hak-adalet ancak hakikate dayanarak vücut bulur, canlanır.
Hakikat bizim olsun, manipülasyon, gizleme, çarpıtma zalimlere kalsın.
Madımak katliamı ilk kez bu kadar kapsamlı bir şekilde ele alındı. Madımak Dijital Kütüphanesi, Madımak Sanal Müzesi, Madımak Belgesel Filmi, Madımak Sözlü Tarih Görüşmeleri, Madımak Web Belgeseli olmak üzere 5 farklı proje ile Madımak Hafıza Merkezi oluşturuldu. Siz de Madımak Belgesel Filmi’nin yönetmenliğini üstlendiniz. Öncelikle, size ilk belgesel film yapma teklifi geldiğinde neler hissettiniz? Nasıl karşıladınız teklifi?
Şimdiye kadar genellikle memlekette olup biten katliamlar, cinayetler ya da bütün insanlık bakımından başlıbaşına taammüden toplu cinayet sayılması gereken madencilik gibi konularla uğraştım, kaybettiğimiz değerli insanlar hakkında filmler yapmaya çalıştım. Faydalı, gerekli, insanın yaptığı için onur duyabileceği filmler bunlar. Gerçi bir yandan da helak oluyorsunuz. Madımak Katliamı, evveliyatıyla, ertesiyle, oluşu ve izlenişiyle öyle büyük bir olay ki, buna el atmak büyük cesaret ve meslekî tecrübe istiyordu. Katliamın gerçekleştiği dönemde ben belgesel sinema alanında çalışmaya başlamamıştım. Henüz yayıncılık yapıyordum. Böyle büyük ve geniş bir mevzuyla hakkınca uğraşabilecek tecrübeyi kazandığımda da buna yönelmedim, çünkü hem birçok başka konuda çalıştım hem de üstünden epey zaman geçmişti, bu konuda pek çok şeyin zaten yapılmış olduğunu varsayıyordum.
Madımak Katliamı Hafıza Merkezi projesi kapsamında böyle bir filmi yapmam sözkonusu olduğunda, önce açıkçası tereddüt ettim. Çok büyük işti ve çok uzun zaman tamamen buna bağlanmam gerekecekti. (Nitekim başta sandığımın yaklaşık üç katı zaman aldı; harcamak gerekecek emeğin boyutları ve çeşitliliği konusunda da tahminimde yanılmışım.) Hafıza Merkezi’yle ilgili işleri yürüten komite ile toplantılarımızda filmin bana teklif edilmesinin şimdiye kadar yaptığım işler ve benzer konulara yaklaşımımdan kaynaklandığını görünce haliyle sevindim ve onur duydum. Madımak Katliamı’nda can veren veya hayatı kararan onca insan için birşeyler yapma fırsatıydı, açıkçası öldüğümde birileri “ne yaptın ya sen dünyadayken?” diye sorarsa sayabileceğim bir işti, kabul ettim.
Devletin kolluk güçlerinin gözü önünde, 8 saat boyunca tv’lerden canlı olarak yayınlanan, faillerinin yakalanmayıp, yakalananların da teker teker af edildiği, Madımak Katliamı sürecine şöyle veya böyle dokunan herkesin devlet nezdinde ödüllendirildiği, bakan, milletvekili yapıldığı bir ülkede, katliamdan 30 yıl sonra Madımak Belgesel Filmi yapmak nasıl bir duygu?
Madımak Katliamı kendi başına ne kadar büyük bir olay olursa olsun, Türkiye için konuşuyorsak, maalesef başka pek çok yerde olabileceği kadar tekil bir hadise değil. Onu özel kılan koşullar var şüphesiz. Fakat bunların bir kısmı da olayın yaşandığı yer gözönüne alındığında bazı özelliklerini kaybediyor. İşte, asıl özel olan da bu! Neden böylesine vahim bazı olaylar bizim burada bu kadar olağan? Ben daha çok buradan yaklaşmaya çalıştım ve buradan yaklaşınca da duygunuz, yapacağınız her kaliteli işi baştan ezen bozan şu öfke oluyor. Biz böyle yaşamaya mahkûm muyuz, diyorsunuz. Hele toplum çoğunluğuyla birçok bakımdan aynı duygu dünyasını paylaşan birilerinin, kendilerine asla zararı dokunmamış başka birilerine mütemadiyen saldırma hakkını kendinde bulmasını sağlayan ideoloji üzerine düşünmeye başlarsanız, öfkeniz katlanıyor. Bizimki gibi, çeşitliliğinden, başka kimsenin kolay kolay edinemeyeceği şekilde güç alabilecekken aksine davranmayı kendine varlık sebebi kılmış şizofrenik, paranoyak bir toplumsal kültürün ne uğruna sürdürüldüğünü anlayamamaktan gelen bezginlik de buna ekleniyor.
Bunlara karşılık, belgesel sinemacılığın en güzel ve en sağlıklı tarafı, sizin hakikati anlatmak için uğraştığınızı bilmenizdir. Hele bu hakikat, haksızlıkların giderilmesine hizmet edecek bir bilgiye dönüşebiliyorsa ister istemez memnun oluyorsunuz, bu hakikat aktarıcılığını yaparken. Ayrıca, eğer becerebilirseniz, hakikatin ortaya çıkmamış, tam çıkmamış veya gerekli bağlantıları kurulmadığı için anlaşılamamış yanlarını da insanlara sunma şansınız var.
Bu olayda, az önce de dokunduğum gibi, gencecikken veya hayatlarının en verimli zamanlarında can veren insanlarımızı anma, onları tanımamış olanlara anlatma, hatırlatma yönü de var işin. Hepimiz açısından bir yükümlülüğün yerine getirilmesidir de aynı zamanda.
Belgeselde, Madımak katliamı öncesi, otelde yaşananlar ve sonrasındaki gelişmelerle birlikte bir Türkiye hatta dünya analizi yapıyorsunuz. Bütün bu yaşananları gördüğünüzde, belgeselde ele aldığınızda, üzerine aylarca düşündüğünüzde, olan bitenden dolayı, hiç bir suçu olmayan insanların başına getirilenlerden dolayı umutsuzluk veya korkuya kapıldığınız oldu mu?
Korkuya kapılmadım. Niye korkayım? Zaten 12 Eylül’den bu tarafa kazaen geçmiş kuşaktanım. Herhangi birimizin neden o yıllarda can vermediğinin, sağ kaldığının hiçbir sağlam açıklaması yok. Çoğumuz şu ya da bu olayda göçmüş gitmiş olabilirdik. Bu ülkedeki baskı rejimlerinin yarattığı iyi sonuçlardan biri bu: korkmak o kadar anlamsız hale geliyor ki, “E, korkuyorum, tamam, ne yapayım yani? Yemeyeyim mi içmeyeyim mi, nefes de mi almayayım!” filan gibi bir noktaya geliyorsunuz.
Umutsuzluk konusuna gelince. Bu aynı zamanda bugünlerin de modası, biliyorsunuz. Özellikle büyükşehir modası. Öylesine moda ki, biri çıkıp kazara, “yahu şöyle şöyle olursa şöyle de iyi bir şey olabilir” filan derse hepsi üstüne çullanıyorlar, “yoksa sen umutlu musun, hâlâ umutlu musun ha? söyle, söyle!” falan diye. Halbuki siyasî-toplumsal mücadelelerin umutla ilişkisi bu algılamadaki gibi değil. İnsan başka çare görmediğinde de mücadele eder veya sırf onur meselesi saydığı için direnir, uğraşır, ne bileyim… Aksini yapamadığı için…
Hrant (Dink) benim arkadaşımdı ve onun varlığı ve faaliyeti bana bu memlekette birşeylerin değişmekte olduğunu anlatırdı. Öyleydi de. Zaten bu yüzden öldürdüler. Ve onun ölümünden sonra artık hiçbir şeyi umutla mumutla bağlantılı konuşmamaya başladım. Sorana da “umudum yok, inadım var” diyorum. Bu anlamda inat daha kıyak bir besleyici.
Roboski, Hrant Dink belgesellerinden sonra şimdi de Madımak belgesel filmini hazırladınız. Travmatik tarihi katliamlar üzerine çalışmak zor olduğu kadar gerekli de. Belgeseller bittiğinde neler hissediyorsunuz? Sizde ne gibi izler bırakıyor?
Sırf bunlar değil ki, başka kayıplarımızla, fecaatlerimizle ilgili de çalıştım. Hadiselerin ciddiyetiyle bağdaşmayan bir ifade olacak, ama okurlara en kısa yoldan, en canlı şekilde anlatacak şey bu, böyle söyleyeyim: hepsinden hafif yaralı çıkmayı başardım. Fakat meğer hepsi üstüste biniyormuş. Açıkça söylemem gerekir ki, Madımak Katliamı galiba bardağı biraz taşırdı. İş yükünü ve manevî yükü günü gününe, gereğince paylaşamamak da üstüne binince, belki yaşlanmamın da etkisi var, bu defa bu işe başlamadan önceki gücü kuvveti yeniden kazanmak sanırım kolay olmayacak. Benzer tecrübeler yaşayan belgeselciler, fotoğrafçılar, muhabirlerle ilgili bildiğim öyküler var. Bir aşamada mutlaka durmalı ve belki ağaçlara, kuşlara, gökyüzüne bakmalısınız. Şu anda gündelik hayattaki çeşitli tepkilerime bakılırsa, pek sağlıklı bir halim yok. Eğer bu böyle bu çaptaki son işim olacaksa, fena bir kapanış sayılmaz, diye de düşünmüyor değilim. Ama belki inat yine kurtarır; azıcık hava değişiminin de katkısıyla.
Madımak’ta barbarca bir yöntemle çocuklar, kadınlar, gencecik insanlar katledildi. On altı aydır Madımak Belgesel Filmi üzerinde çalışıyorsunuz. Bu süreci duygusal açıdan nasıl geçirdiniz?
Benimki gibi işlerle uğraşan insanların psikolojisine dair bir şey; sanırım okurlara da ilginç gelecektir. Yaklaşık on altı ay boyunca “şu gencecik kız”, “şu oğlan” diye, yer yer kardeşim, yer yer evladım muamelesi yaptığım gençler, yaşasalar şu anda elli yaşlarında, yani daha çok bana abi diyen arkadaşım konumunda olacaklardı ve üstelik artık yoklar. Ama benim için o yaşlarında, o hallerinde, her an kapı açılıp da girecek kadar canlılar. Meselâ bir yakınıma onlarla ilgili bir şey anlatırken, yaşayan birinden sözeder gibi konuşabiliyorum. Buradaki psikolojiyi sözle izah etmek zor, ama hissim, artık bu dünyada bulunmayan birinden sözederkenki gibi değil. Diyelim kaybettiğim bir arkadaşımdan bahsederken böyle hissetmiyorum. Roboski filmini yaparken de böyle olmuştu. Çocuklar hâlâ varlar gibiydi. Bu yanılsamayı bu tür işler yapan başka insanların da yaşadığını biliyorum. Kendi başına zararı olmayabilir. Ama zihindeki bir tür sapıtma, işte.
Yaklaşık 130 kişi ile yapılan görüşmeleri teker teker izlediniz. Dönemin Sivas belediye başkanı da Vali de, evladını kaybeden acılı anne-baba da vardı kayıtlarda. Görüşmelerde “şu kişi ile keşke görüşülmeseydi” dediğiniz birisi oldu mu? Eksik veya fazla bir görüşme, sizi rahatsız eden bir kayıt var mıydı?
Bu sorunuz çok isabetli oldu, açıklamayı istediğim bir şeyi söyleyebileceğim. Madımak Katliamı Hafıza Merkezi çok ayaklı, bütünlüklü bir proje olduğundan, bazı işler çok amaçlı olarak birarada yürütüldü. Sözlü tarih görüşmelerinin belgesel film için de gerekli kaynağı oluşturacağı varsayıldı, nitekim böyle de oldu. Ama sözlü tarih görüşme tarzında asgarî müdahale var, anlatıcının yanlış hatırlaması, eksik bırakması da “belgeleme” açısından önemli. Halbuki belgesel sinema için yapılacak görüşmelerde tarz daha çok gazeteciliğe, muhabirliğe, en fazla röportajcılığa yakın. Yani araya girmeli, bazı şeyleri tekrar ettirmeli, deşmeli, kurcalamalısınız, görüşmeyi derleyip toplayıp yayınladığınızda gerekli soruların ya cevapları ya da cevaplanmayışları orada açıkça görülebilmeli. Bizim görüşmeler sözlü tarih tarzında yapıldığı için, yer yer bu disiplin mecburiyetinden kaynaklanan eksiklerimiz kaldı. Buna karşılık, o kadar çok sayıda görüşme yapıldı ki, bir yerde kalan eksik allahtan çoğunlukla başka yerde giderildi.
Ancak özellikle yetkililerle görüşmelerde şahsen benim sorulmasını isteyeceğim başka sorular sorulamadan kaldı. Ayrıca görüşülecek kişilerin sıralamasında da bazı hatalarımız olduğu kanısındayım. Yani biriyle konuştuktan sonra öteki kişiyle konuşulsa sorulabilecek başka sorular varmış, dediğim durumlara rastladım. Elbette hiçbir şey eksiklerimiz için mazeret olamaz, ama bu kadar çok sayıda görüşmeyi organize etmek kolay değildi. Bu yekûnu sağlayan arkadaşlarımızı yine de tebrik etmek gerekir.
Sonuçta ben elime gelenle filmi kurmak durumundaydım. Ayrıca, burada girmek istemiyorum, binanın iskeleti kurmuşken yıkıldı ve yeniden kurmak zorunda kaldık. Fakat malzememizin bolluğu pek çok muhtemel eksiği kapattı.
“Rahatsız eden” faslına gelince. Ben bu konuda sanırım memleketimizde yaygın siyasî kültüre aykırı düşünüyorum. İki bakımdan. İlkin, propaganda filmi ile belgesel sinemayı ayırmalıyız. Ben ikincisinin işininin doğrudan ve yalnız hakikat ile olduğunu savunanlardanım. Olayın içinde, merkezinde yeralan bir figürün yeralmadığı aktarım hep şüphe barındırır, zayıf kalır. Eğer suçlu olduğuna inandığınız bir kişi konuşunca suçlu olmadığı yolunda izlenim yaratabilecekse sizin kendi sözünüzden şüphe duymanız yerinde olacaktır. İkinci olarak, haklı olduğuma inandığım, hakikati aktarmakta olduğuma inandığım her durumda, fail, suçlu, düşman, her neyse ona mikrofon uzatmanın onu değil beni güçlendireceğini düşünürüm. Bu sadece hak etmeyen birine söz hakkı vermek değildir. Bu kendi sözünün doğruluğuna güvenin ortaya konması, hakikat adına meydan okumadır. Filmimizin tam anlamıyla böyle bir meydan okuma içerdiğini filmi izleyen herkes teslim edecektir. Hem de öyle şu kişi bu kişi gibi daracık çaplı bir mesele etrafında değil; koskoca bir tarih, toplum, kültür ve büyük suçlar alanında.
Özellikle ailelerden, Alevi kurumlarından dönemin bazı yetkilerine karşı ciddi bir tepki vardı. Belgeselin kurgusunu yaparken, sizi nasıl etkiledi bu durum?
Açıkçası, olmaması gerektiği şekilde etkiledi. İster istemez, filmi tek başıma yapıyor olsam davranacağım gibi davranamadım. Bunda da tek geçerli sebep, benim için, Madımak Katliamı’nda can verenlerin yakınlarının hassasiyetlerine özen gösterme, kimseyi incitmeme kaygısıydı. Yoksa, “bilmemkimi niye konuşturdun?” sorusuna hemen yukarıda söylediklerimi açarak çok daha ayrıntılı cevap verebilirim. Benzer soruları iyi niyetle değil, “kale kapılarını düşmana niye açtın?” gibisinden sorana da ben ne diyeyim?
Aslına bakarsanız, ortada biraz da tuhaf bir vaziyet var. Hem filmi yaptıran kurumların, oralardaki insanların hem de Hafıza Merkezi için çalışan ekibin ve bugüne kadar yazdığı yaptığı ne varsa ortada bulunan benim, bunca insanın tepkisini çekmiş kişileri durduk yere filme katmamız için nasıl bir sebep olabilirdi ki? Bırakın bizi, Madımak Katliamı konusunda hassasiyet sahibi hiç kimse, hakikat aktarma dışında bir sebeple böyle bir şey yapar mı?
Bu memlekette hak-adalet gözetmeyi bütün düşünce dünyalarının ve faaliyetlerinin odağına yerleştirmesi gereken insanların en başta bunu ihmal etmesi, hak-adalet her ne demekse tam aksini temsil edenlerin mütemadiyen başarı kazanmasının en etkin sebeplerinden. Ve hak-adalet ancak hakikate dayanarak vücut bulur, canlanır. Hakikat bizim olsun, manipülasyon, gizleme, çarpıtma zalimlere kalsın.
Şahsen, Madımak Katliamı’nın nasıl yedi saat süren bir “performans” organizasyonu olduğu başta, daha önceki benzer pogrom ve saldırılar, bunların gerisinde yatan kültür-ideoloji, dünyadaki benzer çoğunluk baskısı kültürleri gerisinde olmak üzere, geniş ve derin yelpaze içerisinde çok gerekli şeyleri, izlenebilir akıcılıkta, sinema görselliğini ve duygusunu da yitirmeksizin sunabilmeyi amaçladım. Projenin destekçisi onca kurum, koskoca bir toplumun kültür varlığına ve geleceğine bir değer bırakma amacıyla bu işe girişti. Yapılan işler bu kapsam ve iddia bakımından değerlendirilse ve eleştirilse ne iyi olur.
Madımak Belgesel Filmi ile birlikte katliamin üzerindeki hakikat ve adalet kapısı aralanıp, sis perdesi kalkmış olacak mı?
Kalkacak. Öyle umuyorum en azından.