Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 287. sayısında yayınlanmıştır.
Yaz geldi. Dünyanın her yanındaki Aleviler için yaz, artık festival, şenlik, anma anlamına gelmeye başladı. Öyle ki Türkiye’deki ve muhtemeldir ki yurt dışındaki Alevi örgütleri de yazın üç ay hiçbir etkinlik yapmayıp kendilerini yalnızca şenliklere ya da anmalara adıyorlar. Bu mevsimin başlamasıyla birlikte köylerde ve kasabalarda, şehirlerin piknik, mesire ya da benzeri toplanma alanlarında Alevi deyişleri, ünlü ünsüz, yerli yersiz, bedava geleni, çok para isteyeni, küskünü yılışığı, düşkünü şaşkınıyla hizmet ehlinden ün ehline birçok ağızdan seslendirilecek. Alevi deyişlerinin bu şekildeki kullanımı öyle yaygınlaştı ki sanki İstiklal Marşı zorunluluğu gibi, herhangi bir -tartışma, panel, kongre, konferans gibi- etkinliğin başında üç deyiş, sonunda bir konser olmadan Alevileri salonlara çekmek adeta mümkün olmuyor ve Alevi örgütleri de bunu aşmak için pek bir adım atmaya niyetli görünmüyor. Çünkü örgütler de başında sonunda bir konser olmasa o etkinliğe gelmeyecek zihniyet dünyasının bir parçası.
Alevi-Bektaşi, özellikle de Kızılbaş kültürünün “sözlü bir kültür” olduğu dillere pelesenk olmuş, orta malı bir saptamadır. Orta malıdır, çünkü her kapıyı açan bir maymuncuk gibidir. Aleviliğin “gerçek İslam’ı ve Müslümanlığı bilmeyen, yazılı kaynaklara erişimi olmayan, eski inançlarını Müslümanlaştırmış” dağlı, cahil Türk ve Kürt –ve elbette yoksul ve köylü- (Cahiller ama eski inançlarını Müslümanlaştırmayı bilmeyecek kadar değil; bu da egemenlerin tarihinin kendilerine yaptığı nanikten sayılsa gerek) ya da şu ya da bu etnisiteden toplulukların inanç sistemi olduğunu savunanlar da bu iddiayı ortaya atar; Aleviliğin İslam diniyle hiçbir ilgisi olmadığını savunanlar da buna sarılır; dahası Aleviliğin dinsel bir olgu olduğunu reddetmek hususunda Aleviliği İslam halkası dışına atan Sünnilerle, sözüm ona Sünni doktrine karşı çıkanlar bir anda uzlaşıverirler. Daha esaslı dayanakları ve iddiaları bir kıyıya bırakırsak her iki cenahta da sözlü kültür üstüne bir yandan aşırı bir yığınak yapılırken öbür yandan bu aşırı yığınağın gerektirdiği duyarlılığın gösterilmemesi de vaka-i adiyedendir. Öyle ki bir yandan Aleviliğin sözlü kültürel vasfı üstüne basa basa söylenirken aynı anda bu sözlü kültürün en önemli ve en büyük bileşeni olan Alevi-Kızılbaş-Bektaşi deyişleri, nefesleri, demeleri, ayetleri bu olgunun başat kaynakları olarak ele alınmaz. Onun yerine yazıya geçmiş menkibeler, kitabi unsurlar, hatta Kur’an, Hz. Ali’nin cenkleri, velayetnameler, çeşitli divanlar kaynakçanın asli unsurları olur. En fazlasından, sözlü kültür üstüne düşünmek gerektiğinde, çeşitli disiplinlerden araştırmacılar, akademisyenler Alevi sahasına çıkar ve ya bir sözlü tarih çalışması yaparlar, ya sahada yaşayarak gözlemlerini ve yorumlarını bize sunarlar ya da nicel/ nitel görüşmelerin verilerini sunarlar. Örneğin Isparta yöresi Hacı Bektaş Veli ya da Dedegan Aleviliği üstüne sahaya çıkılmışsa, kimse dönüp bu yörede üretilmiş, deyişlere, nefeslere ve bunların anlamlarına, yorumlamasına, geçirdiği değişime bakmaz. Cemlerde neyin icra edildiği en fazla küçük bir ayrıntı olarak not edilebilir. Oysa hani Alevilik sözlü kültürdü?
Sözlü kültür ve Alevilik söz konusu edildi mi elbette bu kültürün ana taşıyıcıları olarak akla ilk anda sözü, müziği ve yorumu ya da icrasıyla nice isimsiz Alevi aşık, elbette zakir ve koynu curalı, eli kemanlı, kemaneli dedeler, pirler gelir. Oysa ihmal edilmemesi gereken bir başka unsur daha vardır: O da bu demelerin (bundan sonra tümünü ifade etmek için deme sözünü kullanacağım; yani duvazdeh imam, semah, mersiye, devriye, şathiye deme, ayet, nefes gibi ayrımları yatay kesecek biçimde kullanacağım bu ifadeyi) icrai ortamları ile mekanlarıyla zamanlarıdır. Ortam, daha genel olarak bağlam ile mekan ve zamandan münezzeh bir biçimde, deyişlerin nasıl “denildiği”, icra edildiği ve kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa aktarıldığı kolayına anlaşılamaz. Hal böyle olunca, dünden bugüne bu performansların geçirdiği değişim de kolayına çözümlenemez. Çözümlenemeyeceği gibi, çözümleme için gerekli kavramsal araçların da çoğun ya yanlış, ya kasten içinin boşaltılarak seferber edildiği görülür. Tam yeri gelmişken bu alanda derlenen özellikle salt tematik antolojilerin tasnif, sınıflandırma ölçütlerinin bu kapsamda yer aldığına dikkat çekmek gerekir. Örneğin diyelim ki elimizde bir Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi var. Yaygınlıkla bunlarda iki yöntem izlenir tasnif için. İlki, şairleri, aşıkları bir zaman dizini içinde sıralamaktır; örneğin yaygınlıkla Yunus Emre’den başlanır ve diyelim ki en fazlasından Mahzuni’de bitirilir. İkinci yöntem ise tematik bir sınıflandırma yapmaktır ki benim itirazım özellikle bunadır. Örneğin bir antoloji, Alevi Bektaşi şair-aşık antolojisi şiirleri şöyle sıralar: Tanrı aşkını anlatan şiirler, insan sevgisini anlatan şiirler, Tanrı’yı hicveden şiirler, Kerbela Mersiyeleri, tabiat aşkını anlatan şiirler, kadın aşkını anlatanlar, yoksulluk, kibir, nankörlük, cehalet gibi dünyevi konuları işleyen şiirler. Sınıflandırma böyle yapılınca, kaçınılmaz olarak diyelim Tanrı aşkıyla bir kadın ya da erkeğe duyulan aşk, doğaya dönük aşk birbirinden koparılmış olur. Böylece aşığımız “öküzün gözünü öptüğünde ya da Düzgün Baba’nın, Hacı Bektaş’ın duvarına, ceylanına, dağ keçisine niyaz ettiğinde” “dünyayı alnından öpmüş” olmaz da sadece yaptığı “şeyi” yapmış olur; yani örneğin “irençber” olarak sadece “öküzün kıymetini bilmiş”, talip olarak çoğunlukla batıl sayılan bir riti uygulayarak taşa toprağa tapmış yani kökünde köylülük olan aşağılayıcı bir terimle, pagan ya da kafir olur. Yani ne yapmış olursa olsun, dinsel bir şey yapmış sayılmaz; çünkü malum “din bu değildir.” Aynı şekilde Leyla’ya vurgun Mecnun’un aşkıyla Şirin’in ardı sıra dağları delen Ferhat eğer bir kadın ya da erkeğin aşkıyla kavrulmamışlarsa, en fazlasından mecazi olarak tanrısal aşkın peşindedirler ve onun da bir kadın ya da erkeğe duyulan aşkla ilişkisi kesiliverir. Oysa hani bizim yaratılış mitlerimizde ve bundan köklenen ritlerimizde Hakk’ın cemalini görmek dileyen cemal cemale durmaz mı idi? Aşk değil mi bu; kiminde Ali, kiminde Veli, kiminde Deli, “kiminde Pandeli” diye gözüken? Ali, Veli ve Deli diye gözükenin ve dahi ancak böyle var olabilenin ve varlığına ancak böyle iman edilebilecek aşkın Leylası ile Mevlası arasına nasıl bir uçurum konulabilir ki? Sevişirken Hakkı bulamayan nerede araya? Burada sorun nereden kaynaklanıyor?
Özetle, demem o ki, Aleviliğin dünyası dinidir, dini de dünyası. Bu Aleviliğin olduğu haliyle dünyayı dinselleştirdiği ve bu dinselleştirme üzerinden onayladığı bir tür konformizmle malül olduğu anlamına gelmiyor; ikiliklerle ve en önemlisi karşıtlıklarla düşünmeyi reddettiği anlamına geliyor. Örneğin Alevi bir esnafsanız, önce müşteriyi kazıklayıp sonra ceme giremezsiniz! Cemeviyle dükkanınız arasındaki mesafe, cami ile A-101 ya da BİM marketleri arasındaki mesafe gibi değildir. Önce kazık at, sonra “Cuma’ya gittim, geleceğim” levhasını as. Bunun Alevilikle uzak ara ilgisi yoktur. Gündelik hayatını Aleviliğin dinsel vasfından ayırmak olanaksızdır. Ama bunun da anlamı Alevilerin, Aleviliğin doktriner sultası altında yaşadığı, adeta doktrinin robotları olduğu da değildir. Ancak Alevilik gündelik hayatını bir ibadet gibi yaşamayana, ayrı bir ibadet sunmaz. Kul hakkı yiyip Allah’ın hakkını teslim edemezsiniz. Hakk kendinden südur etti; vardan var eylediğinde varlık dillendiği içindir ki Hakk kimseye “şeriat”ı dayatmaz. Dayatırsa çünkü kendisini de, mantık dışı bir biçimde kendisine ibadet için namaz kılmakla koşullandırmış olur. Bu yanıyla günümüz Sünni doktrinerliği İslam’dan çok Katolisizme meyleder; “İsa’nın hakkı İsa’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a.” Bu vurguları daha fazla açmadan şu kadarını söylemekle yetineyim: Bu yazıda ele alacağım kadarıyla, Alevi sözlü kültürünün tüm şiirsel ürünleri dinseldir ve bu dinselliğe halel getirilecek şekilde tasnif edilemez ve okunamaz. Bu dinsellik, hem burada açma şansımın olmadığı Alevi dinselliğinin temel, yapısal vasfından kaynaklanır, hem de bu vasfa dayanarak ilgili ortamıyla birlikte söze dökülüp icrasından. Zaten bu yüzden sazın adı “Telli Kur’an”, sözün adı “Ayet” değil midir? Aynı şekilde demek ki Kur’an dediğimizde üç ayrı Kur’an’dan birden söz ediyoruz demektir: Alevilerin yıllardır sahihliğini çeşitli biçimlerde zan altında bıraktığı ve çeşitli biçimlerde sorguladığı Kur’an-ı samit, yani yazıya geçmiş, sessiz, kitabi Kur’an; Alevilerin en büyük Kur’an’ı olan Kur’an-ı natık, yani insan ve her “can” taşıyan, kendince dile gelen her şey olan Konuşan Kur’an ve ancak insanla, insanın belirli biçimlerde oluşturduğu ilişkilerle var olabilen Telli Kur’an. O halde Alevi deyişlerinden söz etmek demek Telli Kur’an ile Kur’an-ı natık’tan söz etmek demektir. Yani Alevi toplulukların bu mevsimde kulaklarını dolduracak olan bu mudur? Yeniden soralım: Bu mudur? Hayır ama bu olmalıdır. Yeniden: Peki, bu mudur?
Burada elbette akla hemen önemli bir soru gelir: Eğer bu deyişleri, bağlamını asla ihmal etmeden “ayet”e bağlıyorsak kutsala bağlıyoruz demektir. O halde belirli bir kutsallık içinde icra edilmeli, orta yerde söylenmemeli, mesela meyhanede, içki sofrasında, şenlik meydanlarında zinhar söylenmemelidir; değil mi? Görünüşte yerinde ve hatta belki haklı bir soru gibi duruyorsa da, soruyu biraz kazıdığımızda altından baş gösterebilecek gösterişçi Alevici softalığı, “Cem’de içki mi içilirmiş?” diyebilecek ve Cem’de içilen içkinin mey olmayıp dem olduğundan bihaber cehaleti -kaldı ki mey olsa n’ola?-, bu cehaletten güç alan ve kendi erkanını biricik erkan diye önüne gelen Aleviye dayatmaya kalkan Ortodoksluğu, neşe veren her şeye düşman, ağırbaşlılığı ve ciddiyetiyle “devrimci” püriten Aleviciliği ve dahi, dedelerimizin, pirlerimizin, zakirlerimizin muhabbet sofralarında zemzem ya da şerbet içtiğine iman getirmiş, iki lafından biri “ben fakir” ya da “cemalin nur ola, aşk ola” ile kaim, söylemi sözel ifadeye indirgeyen söylemci tapıncı…hadi bunların hepsini bir yana bırakalım. Bu sorudaki asıl sorun Aleviliğin kutsal ile dünyevi arasındaki ilişkiyi, Sünnilik ve benzerleri gibi ikili karşıtlıklar halinde düşünmeye devam etmesi ve gücünün oradan devşirilmesidir. Eğer böyle olmasaydı, nasıl ki biz Alevilerin ibadethanesi bütün dünya; niyazı insi, cinsi, dilli dilsiz varlığa ise meyhane dediğin, içki sofrası dediğin o dünyanın dışında mı kuruluyor? Yoksa “mescidimiz meyhane” diyen aşıklarımız, zakirlerimiz yalan mı söylüyordu? Yoksa yoksa takıyye mi yapıyordu? Takıyye düşmanlıktan esirgenmeye, düşmandan gizlenmeye, düşmanlığı üstüne çekmemeye yapılır. Bunun aksine kendi aleyhine düşmanlık üretecek bir söylemi üstlenmekle takıyye yapıldığını gören varsa, beri gele!
Öyleyse Alevi demelerinin kim tarafından, hangi kafayla, hangi amaçla, nerede icra edildiğine “takılmadan önce” –çünkü bunlara takılırsak kimi soruların yanıtları bakımından niyet sorgulamaya girişiriz ki niyet sorgulayan sorguladığı niyetle sorgulanır- nasıl icra edildiğini sorgulamalıyız. Eğer bu demeler dünyanın içindeki kutsal ile kutsalın içindeki dünyayı an’a taşımanın sorumluluğu ile icra ediliyorsa, biliyoruz ki “meyhane mescit olur, mescit meyhane.” Çünkü biri öbüründen ayrı gayrı değildir. Peki günümüzde, özellikle popülerleşmiş ve haliyle piyasa yapan Alevi demelerini icra edenler, bağlam, çalgı, söz ve yorum olarak bu sorumluluğun ağır yükünü sırtlarında, boyunlarını kıran bir yük olarak hissediyorlar mı? Buna ne yazık ki evet diyemiyoruz. Alevi sözlü kültürü saptaması nasıl bir orta malına dönüşmüşse Alevi demeleri de maalesef el koyanın kapısına yanaşma eylediği bir öksüz yetim gibi salınmaktadır. Oysa günümüzde bile nasıl bir demeyi dinlerken –yalnızca dinlerken- şah beyte geldiğinde elimiz kendiliğinden dudağımıza ve kalbimize gidiyorsa, nasıl ki çalgıya niyaz olmadan o çalgı ele alınamaz ve elden bırakılamaz, elden ele geçirilemezse; bunun gibi gündelik ritik davranışların gösterdiğince, “havalandırılan” deme ağır bir sorumluluk gerektirir. Bu da kolayına, en azından arkanızda Aleviliğin teokratik yapısına, din ve dünya anlayışına vb. yüklü bir “sermaye” olmadan “metaınızı pazara süremeyeceğiniz” anlamına gelir ki aksi, “kulağı sağır dilsize iklim iklim yol sormaya” benzer. Ne acıdır ki demelerimizi icra edenlerin büyük bölümü kulağı sağır dilsiz ama herkesten geveze konumdadır. Gevezeliklerin gücünü de demelerimizin öksüz yetimliğinden almaktadırlar. Biraz daha geriye gidersek korkarım ki öksüz yetim olanın yalnızca demelerimiz olmadığını söylemek zorunda kalırız. Çünkü “şehirde nalbant ya yok ya da çoktan bir izbede, bir inde herkesten kaçarak nefesini ateşe üflemeye çalışıyor”; öyleyse varsa bulacağız, yoksa olacağız! Ama olmak demek olanı keyfince değiştirmek ya da anlamayınca uydurmak demek değildir; öncelikle anlamaya çalışmaktır ki değiştirmeye kendimizde hak görelim. Değiştirenlerin genellikle anlamadığı, anlayanların da değiştiremediği bir dünyada yaşadığımız gözetilirse boşuna çaba denilebilir.
İşte ilk örneği Feyzullah Çınar’ın icra ettiği “Kınamayın Beni Hakkı Sevenler” olmak üzere, Çınar’ın ayak izlerini izleyerek O’nun dışındaki bir dizi ismin icrai örneklerini ele almayı deneyeceğim. Ancak bu ilk yazıda baştan belirtmeliyim mi ben bir müzik insanı olmadığım gibi “kulağım da” çok kötüdür. Nefesim zaten söylemeye yetmez. Sıradan bir Alevi dinleyici olarak “dinlediğimde duyduğum şey” ile aynı demeyi Feyzullah Çınar’dan dinlediğimde duyduğum “şeyi”, yani bana söylenenleri, bana gelenleri son derece öznel bir terazide tartmaya çalışacağım. Sorulabilir: Peki, neden özellikle Feyzullah Çınar’ın ayak izleri? Başka örnekler yok mu? Olmaz olur mu? Referans olarak neden Feyzullah Çınar’ı alıp onunla başladığımın pratik bir yanıtı var öncelikle. O da Kalan Müzik’ten bu yıl içinde yayınlanan “Feyzullah Çınar Eserleri 1” albümün işimi kolaylaştırması. Ama asıl yanıtı izin verilirse, bu dizinin en sonuna saklayayım ya da zaten kendini faş etmiş olur. Ama okuru baştan uyarmalıyım: Acı örneklerle uğraşacağız; her ne kadar Ahmet Arslan’ın Nesimi’nin “Minnet Eylemem” deyişindeki “Sırat-ı müstakim üzre gözetirim rahımı” dizesini tümüyle uydurma ve hiçbir anlam taşımayacak biçimde “Sıratım üzre müstakim gözetirim rahımı” dönüştürmesinde olduğu kadar acı vermese de.
DEVAMI GELECEK SAYIDA: KINAMALI SİZİ HAKKI SEVMEYENLER 2