Cuma, Kasım 1, 2024

EZ KAMO? (BEN KİMİM?)

Date:

Serdar Çetinkaya

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 279. sayısında yayınlanmıştır.

Ben İstanbul Çengelköy’de doğdum, büyüdüm. Komşularımızın bazıları Rum olduklarından ve bizden farklı dil konuştuklarından çocukken kendimi Çengelköylü sanırdım. Köyümüz, geçmişimiz çocukken pek konuşulmazdı veya ben anlamazdım. Bizim köyden o zamanlar İstanbul’da üç ev olduğu için  köyden gelenler bize de uğrar, köyden haberler getirirdi. Demek ki İstanbullu  değilmişim, yavaş yavaş uzakta bir köyüm olduğunu anlamaya başlamıştım. Sahi biz kimdik?

Büyüdükçe ilkokul  ve ortaokul çağlarımda köye gidiş gelişlerimizden Erzincan Surbahan’lı olduğumuzu anlamıştım.

Annem babam sürgün çocukları ve menfi, dedem Zini Gediğinde sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmiş bir kayıp ve ben şüpheli-sakıncalıyım. Üç kuşak bu zulmü çektik, çekiyoruz. Devlet kaybetmekle kalmayıp,  geride kalanlara zulmetmeyi bırakmamış.

Köyde bulunduğum zamanlarda veya Dade nenemle konuştuğumuzda, amcamların, halamın ziyaretlerinde Zini konusu hiç konuşulmazdı. Sanki hiç olmamış gibi davranıyorlardı. Ama eminim içlerinde hep yaşıyorlardı.

İlkokul veya ortaokul yıllarında yine köyde olduğumuz bir yaz, yaylada kalıyorduk, Munzurların en yükseği Ağbaba’ya çıktık. Zirveden aşağıyı gösteren benim yaşlarımda bir çocuk, işte Zini Gediği orası diye aşağıda bir yeri gösterdi, dedeni orda vurdular deyince Zini Gediği gerçeğiyle tanışmış oldum. Fakat asıl mağdurlar nenem, babam, amcalarım bu konuda hiç konuşmuyorlardı. Kulaklara fısıldanan gerçekle yüzleşmiştim. O zamanın gençleri devrim peşindeydiler, Şükrü Aslan Hoca’nın bu sene Emirali Yağan anmasında söylediği gibi, gençler köylülere devrimi anlatıyor fakat köylülerin yaşadıkları katliamlar ve sürgünlerle hesaplaşmayı devrim sonrasına bırakıyorlardı. Yakınlarım bana Zini’yi anlatmasalar da çocuk halimle diğer köylülerden bölük pörçük anlatımlarla konuyu anlamaya çalışıyordum. Dedem ve diğer köylüler neden öldürülmüşlerdi, dedemin neden bir mezarı yoktu? Devlet neden beni dedesiz, babamı babasız, nenemi kocasız bırakmıştı? Erzincan merkezde amcamın evinde bulduğum Barbaros Baykara’nın Dersim 1937 kitabı çocukken bulduğum ilk yazılı kitaptı, içeriği yetersiz bu kitap da sorularıma cevap olamamıştı.

 Sonraki yıllarda yüksek öğrenim yaparken okul kütüphanesinde bulduğum Genelkurmay’ın Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar 1924-1938 kitabında da devletin resmi görüşünü ve raporunu okumuş oldum.

Fakat bir sorun vardı, nüfüs kaydımızda babamın sürgün gittiği Balıkesir-Sındırgı yazıyordu. Resmi evrakta memleket hanesine Balıkesir yazmak zorundaydım. Resmi ve uzak çevreden soranlara da mecburen Balıkesir diyordum. Hangi ilçe diye uzatan olursa Sındırgı, ama aslında ben İstanbul’da doğmuşum, ben pek bilmem diye kestirip atıyordum. Benim gençlik yıllarımda ve devamında  kimliğimde memleketim olarak yazılı babamın sürgün yeri Balıkesir Sındırgı’yı taşımam gerekliydi. Sürgünü hâlâ sırtımızda taşıyorduk.

Yıllar sonra mesleki şartlardan dolayı uzun süre köye gelemedim. Daha sonra 2002 yazında köy şenliğine denk gelecek şekilde köyümü ziyaret ettim. Şenlikte bana otopark görevi verildi. Gerçi yağmur sebebiyle şenlik tamamlanamadı fakat devlet benim köye gelişimi tespit etmişti. Köye yıllar sonra da olsa dönmem onları kızdırmıştı. Yeni görev yerine gittiğimde bir kağıt ve bir sürü soru önüme kondu: Kılıçkaya’da ne işim vardı, şenliğe beni kim davet etmişti… Jurnali yazan benim oralı olduğumu bilmiyordu herhal. Cevaben Kılıçkaya(Surbahan)’nın kendi köyüm olduğunu, kimsenin beni davet etmediğini ve şenlikte gönüllü olarak görevli olduğumu yazdım. Ceza verecekleri bir suç yoktu ortada ama artık Balıkesir Sındırgı’lı değil Erzincan Kılıçkaya’lı olmuştum. Eskiden menfi dedikleri şüpheli/sakıncalı damgası yıllar sonra bana da vurulmuştu. Devlet ne yapsan da unutmuyordu; biz Zini’yi unutsak da o bize tekrar hatırlatıyordu.

Dedemin, babamın çektikleri yetmemiş, sıra bana gelmişti. Yurtdışı izin talebimin reddedilmesinden ve tatile gittiğimde, site yöneticisinin polislerin beni sorduğunu söylemesinden takipte olduğumu anlamıştım. Aynı tedrisattan geçen Hasan Hayri Bey gibi olmuştum artık. Sahi tatilde neyi takip ediyorlardı? Hangi sahilde denize girdiğimi, ne yiyip içtiğimi mi?

Gene o yıllarda babamla bir baş başa İstanbul-Datça gece araba yolculuğunda,  babama hep konuşman lazım ki uyumayayım, diyerek çocukluk anılarını anlattırdım. Bana ilk defa bunları anlatmak durumunda kaldı; babası dağa götürüldükten sonra köyden Fırat Köprüsüne gidişlerini, daha sonra İliç Köprüsünde tren bekleyişlerini, çolak bebek kardeşinin burada öldüğünü ve oraya gömdüklerini, tren yolculuğunu, çocukluğunda sürgünde mandırada, kahvede, tütünde nasıl çalıştıklarını ayrıntısıyla anlattı. Yol boyunca gözyaşlarımı içime akıtarak dinledim. Ama ikimiz de artık rahatlamıştık, bu sırrı artık kulaklara fısıldamayacak; gür sesle bağıracak, haykıracak, ağlayacaktık. Kılıçkaya’nın batısı Delice Deresi, doğusunda Zini Gediği; biri Murat dedemi aldı diğeri Ali dedemi. Benim dedem hiç olmadı.

Sahi dedem ne yapmıştı bu devlete? Harekat bölgesi dışında, Erzincan’da işinde gücünde bir rençber olmasına rağmen o listeye neden yazılmıştı ismi? Hangi jurnal buna sebep olmuştu? Devlet arşivleri açılmadığı için bugün bunu öğrenemiyoruz ama az çok tahmin edebiliyoruz. Öteyüz dedikleri Dersim’den 50-100 yıl önce Munzurlar’ın  bu tarafına göç etmeleri miydi katledilmelerine sebep? Öteyüz’den gelen akrabalarına yemek vermeleri, evlerinde ağırlamaları mıydı? Osmanlı’dan kalan miras ‘’Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz‘’ lafı mıydı? Fevzi Çakmak’ın 1930 raporunda  geçen  ‘’Dersim kökenliler Erzincan’ı istila edecektir’’ korkusu muydu? Ya da İsmet İnönü’nün 1935 raporunda yazılı ‘’Erzincan yanındaki boş köyler Dersim’in semiz halkı ile süratle dolmaktadır’’ endişesi miydi?

Babamı bilmediği yerlere sürgün eden, babasız bir hayat mücadelesine sürükleyen bu endişeler miydi?

Erzincan’da rençberlik yapan, askerliğini yapıp, vergisini veren bu insanlar neden böyle hedef haline getirilmişti?

İnsanları yerlerinden yurtlarından sürgün etmenin, sorgusuz sualsiz öldürmenin hangi mantıklı sebebi olabilirdi ki?

Devlet amacına ulaşıp bizi asimile edebilmiş miydi? Gerçi anadilimi konuşamıyorum, bu konuda kısmen başarılılar ama beynimizi, kalbimizi asimile edemediler.

İlk adımı 2011 yılında attık. Benim de içinde olduğum kayıp yakınları Erzincan Savcılığına başvurarak bölgede halen toplu bir mezar olduğunun tespit edilmesini, tespit edilen toplu mezardan kemik ve DNA tespiti yapılarak mağdur yakınlarının aile bireylerine naaşlarının teslim edilmesini istedik. Savcı  zamanaşımını sebep göstererek takipsizlik kararı verdi. Onlar neyi takip edeceklerini iyi bilirler ama yaklaşık 100 kişinin öldürülmesi ilgi alanına girmemiş demek savcının ve bize zaman hiç aşmıyor. Başbakan’ın CHP’yi, tek parti dönemini sıkıştırma hamlesi demek ki hukuk sistemine geçmemiş; ya da bununla yüzleşip yeni katliamlara engel olmak istemiyorlar. Tarihimiz katliamlar  tarihi değil mi zaten? Biz savcının bu kararına itiraz ettik ama üst mahkeme kararı onadı, hak arama mücadelemiz şu an AİHM’de.  Aynı dönemde TBMM dilekçe komisyonuna 37-38 Dersim olayları ve sonrasında yaşananlar nedeniyle oluşan mağduriyetler sebebiyle verdiğimiz dilekçenin cevabı bu sene Nisan ayında geldi. 12 sene bekledikten sonra konunun komisyonlarının yetki ve görev alanına girmediğinden bir işlem yapılamayacağına karar vermişler. Altında dört AKP’li milletvekilinin imzası var. Dersim özrü demek ki gerçek değilmiş. İnkar ve yok sayma devam ediyor. Onlar inkar edecek, biz hakikati haykırmaya devam edeceğiz.

Bu seneki Zini anma programını görünce orda olmam gerektiğini hissettim. 2013’teki ilk kitlesel Zini anmasında oradaydım. Zini gediğine çıktık. Topladığımız taşlarla höyüs dedikleri şimdiki anıtın ortasındaki taş kütlesini oluşturduk, duvazlarını ve gülbenklerle kayıplarımızı andık. Sonradan bir defa daha çıktım  Zini’ye, bu sene tekrar orada mücadeleye destek olmalıydım. Zini Gediği’ne çıkmak benim için dedemin ruhuyla buluşmak demek. Tıpkı Şahkulu’nda cem erkanında annemin ruhuyla buluşmak gibi. Zini Gediği’ne çıkmak zorlu bir yol, kayıplarımızın o yolda, sıcakta neler çektiğinin bizzat  yaşanması demek, gediğe varınca da müthiş bir duygu yoğunluğu, yürek ağrısı, boğazda düğüm…

Dedemin buradaki son anlarını düşünmek, nenemi ve çocuklarını düşündüğünü ve o andaki çaresizliğini hissetmek…

O çukurda yanlarındaki canlarla son kez gökyüzüne bakışı, belki de helalleşmeleri…

Bunları düşünmek ağır bir duygu yoğunluğu yaşatır ama zor da olsa bu yolu tırmanıp engelleri aşarak ona kavuşmanın sevinci bu üzüntüyü takip eder. Bu sene 25 canla Zini’ye çıktık, bazıları ilk defa çıkacaklardı. Avrupa’dan gelen Alevi kurum ve inanç önderleri de bizimle beraberdi. Sabah erken saatlerde başlayan yürüyüşümüz yaklaşık 4 saat ve 10 kilometre sürdü. Dayımın ve bir arkadaşın çantasını ben aldım, dayanışmayla tırmanmaya başladık. Yolda gidiş ve dönüşte obada konakladık, sabah erken lokmalarıyla Zini Gediği’ne çıktıklarını, çerağ uyandırdıklarını söylediler, çok memnun oldum. Demek ki kayıplarımız yazın bu canlara emanettiler. Bize kısıtlı kaynaklarından ikramlarda bulundular sağolsunlar. Zini Gediği’ne çıkınca gene gülbenklerimizi okuduk, çerağ uyandırdık ve anıtımıza biraz daha taş taşıyarak anıtımızı sağlamlaştırdık. Üç sene önce anıtımızı yıkanlara daha iyisini ve sağlamını yaparak cevap vermemiz gerekiyor çünkü. Mücadeleyi, dayanışmayı yükseltmekten başka çaremiz yok. 12 yıldır yapılan mücadeleyle Zini Katliamı kamuoyuna duyuruldu. Sıra haklarımızı kabul  ettirmekte. Böyle katliamlarla, zulümlerle tekrar karşılaşmamak için örgütlü mücadeleden asla vazgeçmemek gerekiyor.

Bu mücadelede haklarımızı alana kadar her bir canımıza görevler düşüyor. Yorulmak yok. Bu mücadeleye bir sıra  neferi olarak katıldığım ve korkunun, inkarın üstüne gittiğim için mutluyum.

Ben bir kayıp torunuyum, ben bir Surbahanlıyım, ben bir Dersimliyim.

Paylaş

spot_img

İlginizi çekebilir

Bunlara baktınız mı?
Benzer Başlıklar

Prof. Dr. Kemal İnal: Diyelim Almanya’da Bir Alevisiniz!

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Almanya'da verilen...

Arif Yeşilyurt: Engelsiz Yaşam

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Engelsiz yaşamı...

Cuma Erçe: “Kılıç Artığı”

‘Kılıç artığı’ sözü, hem tarihi bir itirafı ifade eder...

Leyla Aslan: Alevilik Yolunda 40 Yıllık Emek “Gönüllü Karınca” Esat Korkmaz

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Aleviliğe verdiği...

Alevilerin Sesi dergisine abone olmak ister misiniz?