Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 284. sayısında yayınlanmıştır.
Savaşların, yoksulluğun, gericiliğin ve toplumsal tahribatların arttığı bir süreçte, barışı, özgürlüğü, eşitliği ve farklı kültürlerin bir arada, eşit koşullarda, eşit haklarla yaşaması için çabaladığımız bir dönemde, Avrupa ülkelerinde aşırı sağ partilerin önemli derecede güç kazandığı su götürmez bir gerçektir. Bulunduğu toplum nazarında yükselişe geçmiş, farklı yöntemlerle örgütlenmiş, yayılmış ve ana akımlaşmıştır. Birçok ana akım parti politik çizgilerinden tavizler vererek, hatta vaz geçerek, güçlenen aşırı sağ partiler karşısında daha fazla seçmen kaybı yaşamamak amacıyla bu partilerin özellikle göçmenler konusundaki propagandalarını çalmıştır. Böylece, göçmenlere yönelik ırkçı propaganda Almanya, Avusturya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya ve İtalya’daki aşırı sağ partilere meşruiyet kazandırmıştır.
Bu durumda, hepimiz şunu açıkça görüyoruz ki; artık ne Almanya Willy Brandt dönemi Almanya’sı, ne İsviç Olof Palme dönemi İsveç’i ne de Fransa Fransua Mitterrand dönemi Fransa’sıdır. Bu haliyle Avrupa, doğmaya karşı aklın, dinsel tutuculuğa karşı laikliğin, köleliğe karşı eşitliğin, insan haklarının, hayvan haklarının, çocuk haklarının, erkek-kadın eşitliğinin, doğa korumacılığın, çevreciliğin, toplumsalcılığın, kişisel özgürlükçülüğün Batı’sı olmaktan hızla uzaklaşarak, yükselen popülist aşırı sağ partilerin adeta oy patlamas yasadığı bir kıta olmaya başlamıştır.
Dahası, Avrupa ülkelerindeki popülist aşırı sağ partilerin birbirleriyle işbirliği içerisinde hareket ettiklerine de tanık olmuşuzdur. Temel ortak özelliklerinden biri ülkelerinin AB’den ayrılmasını savunmak olan bu partiler, Avrupa Parlamentosu (AP)’nda bir siyasi grup kurmayı da başarmıştır.
Avrupa vatandaşlarının geleneksel ortak değerleri artık paylaşmadıklarını, sert kültür savaşlarına yöneldiklerini görerek, Avrupa’da güçlerini arttırmaya başlayan aşırı sağcı partileri ortaya çıkaran ve onların oy kazanmalarına neden olan faktörleri incelemek ve bu partileri klasik faşist partilerden ayıran yönlerini araştırmak zorundayız.
Zira, artık korkusuz, kompleksiz bir şekilde Nazi dönemi söylem ve eylemlerle demokrasinin evrensel değelerine saldırıyor, göçmenlerin onurunu fütursuzca çiğniyorlar. Bundan dolayı, mevcut siyasi konjektürün en mağdur toplumsal katmanlarından sadece biri olan Aleviler olarak, ortak geleceğimiz ve hakikati savunmak adına, demokratik-laik bir sistemde, amasız-fakatsız eşit vatandaşlar olarak yaşamak istediğimizi sokağa çıkarak, yüksek telden dillendirerek gösteriyoruz. Örgütlü bir mücadelenin ne kadar hayati olduğunu biliyoruz.
Batı’nın siyasal örgütleri, kurumları, partileri, sendikaları, ülke içi haksızlıklara karşı ses ve eylem yükseltme becerilerini henüz yitirmemiş oldugunu bir fiil yaşayarak görüyoruz.
Almanya genelinde milyonlarca insanın sokağa çıkması, «Nie wieder 1933» (Bir daha asla : 1933) diye haykırması, geleceğe dair çok umutlu. Artık kaybedecek şeylerin sınırına gelmiş ve güzel yaşamak isteyen bir kalabalığın varlığını görmek, bu onurlu direnişi yüreğimizin derinliklerinde hissediyor, dayanışmanın öneminden doğan bu umut ışığını heyecan verici buluyoruz. Çünkü, meydanlar vicdana, yüzleşmelere, sorgulamalara çağırıyor herkesi.
Artık, insanın insanlaşması doğrultusunda verdiğimiz savaşım milyonların ortak sesidir. Bundan dolayı, bu ırkçı zihniyet karşısında milim geri durmayız.