Bizim ülkemizde çoğu eşi, eski eşi, babası gibi yakınları tarafından öldürülen kadınların isminin işlendiği bir internet sitesi var: anıtsayac.com. Siteye girince ölü kadınların ismini 2008’den itibaren yıl yıl görebiliyoruz. Bu satırların yazıldığı 2024 Ocak ayı daha bitmeden 24 cinayet olmuş bile. Listeye giremeyen; cesedi bulunamayan, kayıplara karışan, intihar etti, balkondan düştü denilen daha niceleri var. Bir de ömrü boyunca eski eşi ya da sevgilisinden kaçarak yaşamak zorunda kalan, gördüğü şiddet nedeniyle sakatlanan, çocuklarını korumak için ne yapacağını şaşıranlar, umutsuzlar, vaz geçmişler, kabullenmişler, suyuna gitmişler de var elbet. Bu sorunun adını doğru koymak gerekiyor; bizim ülkemizde kadınları malı mülkü olarak gören, kontrol edemediğinde yok etmek isteyen, bu uğurda cesaretlendirilen, egosu şişirilmiş “erkeklik sorunu” var. Düşünsenize çok da eski olmayan bir dönem “ya benimsin, ya toprağın” şarkı sözü olmuş, bu cümle için filmler yapılmış, sevgi sözü olarak ezberletilmiş.
Kadınlar için eskiden olduğu gibi bu koşulları kabul etmek artık mümkün görünmüyor. Modern devlet ve toplumların yarattığı eşitlik söyleminin gündelik yaşamda, sokakta, işyerlerinde, hukuk karşısında, siyasette gerçeklik taşımadığının bir kere farkına varmış oldular artık, cin şişeden çıktı ve tekrar eski düzene dönmek mümkün görünmüyor. İlk başlarda feminist akımların marjinal gibi görünen söylemleri günümüzde muhafazakâr, mütedeyyin kadınlara kadar uzandı ve ikna gücüne ulaştı. Sadece Türkiye’de değil İran’dan, Latin Amerika’ya, oradan Uzak Asya’ya kadın hareketlerinin, eşitlik taleplerinin direnişlerinin bilgisi akıyor. Kadınlar bir yandan çevrelerindeki erkeklere artık bu iktidar ilişkilerini kabullenmeyeceklerini anlatmaya çalışırken bir yandan da patriyarkal, eril düzene göre inşa edilmiş kurumlar ve devletin yönetsel mantığı ile de uğraşmak durumunda. Alıştığı düzeni ve konforu değiştirmeyi talep eden her duruma şiddetle, bastırma ile, yok etme ile tepki veren otomatik mekanizmalar içinde yaşıyoruz.
18-25 yaş grubunda genç kadınlar, eğer üniversite aşamasına kadar gelebilmişlerse ya ebeveynleri ve aileleri tarafından desteklenmişler ya da üzerlerindeki baskıyı kırma gücüne erişmişler demektir. Tam kendi ayakları üzerinde duracakları, ekonomilerini yönetecekleri, bağımsızlaşan özgür bireyler olma yolunda kendilerini geliştirecekleri aşamada, yani üniversite eğitimleri sırasında, karşılarında yeni bir mücadele alanı daha çıkacak. 2019 yılından beri üniversitelerde bazı anahtar kelimeler açıkça olmasa da yasaklı hale geldi: Toplumsal cinsiyet, İstanbul Sözleşmesi, LGBTİ+ bu kelimelerden bazıları. Bu alanı çalışan bazı toplumbilimciler, sosyologlar, psikologlar, siyaset bilimciler sessiz sedasız, görünmez olmaya çalışarak araştırmalarını yürütüyor, sansüre maruz kalıyor ya da oto-sansürü kendisine uygulayarak kelimelerini yuta yuta konuşmaya çalışıyor. Akademik çalışma alanını başka kılıflar altında gizleyenler de var, tümden çalışma alanından vaz geçmiş olan da. Bir kısım da vitrinde kalabildiği kadarını korumaya çalıştığını düşünerek kavramların içini boşaltmaya katkı veriyor: “Kadın Araştırma Merkezleri” yerine “Aile Koruma Destekleme Birimleri” kuruluyor.
Üniversitelerde bile kadınları geleneksel rollerine göndermeye çalışan, bakım emeği ve ücretlendirilmemiş ev içi hizmet alanına yönlendiren bir bakış açısı egemen olmuşsa, düşünsel dünyasında kurduğu “eşitlik” ideali ile çelişkiye düşen genç kadınlar ne yapacak? Hadi eşitliğe gelene kadar yol uzun madem, bu kadınlar her şeyden önce öldürülmeden hayatta kalabilmenin bilgisine nasıl erişecek? Şiddet çoğu zaman en yakınından, sevdiğinden, hiç beklemediğinden geliyorsa ne yapmalı?
İstanbul Sözleşmesi
Avrupa Konseyi tarafından 2011’de İstanbul’da imzaya açılmış bir uluslararası sözleşme, tam adı; Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Bugüne kadar İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan 34 Avrupa Konseyi üye ülkesinin, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve bunlarla mücadele etme konusundaki taahhütlerini yerine getirecek önlemler alması gerekiyor. Ayrıca Avrupa Birliği ile birlikte 12 üye ülke de anlaşmayı imzaladı. Avrupa Konseyinin diğer üye ülkeleri ve Konsey dışındaki ülkelerde de sözleşmenin imzalanması için çalışmalar sürdürülüyor.
Türkiye 2011’de sözleşmeyi çekincesiz imzalayarak ilk taraf devletlerden olmuştu. Ancak tam on yıl sonra Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile bu sözleşmeden ülkece çekildik. Yürürlükteki Anayasamıza göre usulüne göre Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından imzalanmış uluslararası sözleşme yasa gücündedir ve Anayasa Mahkemesi denetimi dışında tutulur. Yine Anayasamıza göre “temel haklar” konusunda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılmaz. Ayrıca Cumhurbaşkanının uluslararası sözleşme feshetme yetkisi de bulunmamaktadır. Hak savunucuları, feminist kadınlar, barolar aksini söylese de olağanüstü hal rejiminin Anayasayı askıya alma pratiklerinin eleştirilemediği koşullarda fiilen sözleşmeden çekildik ve Danıştay’da çekilme kararnamesini hukuka aykırı bulmadı.
İstanbul Sözleşmesi devletlere cinsiyetçi tutum ve davranışları değiştirerek şiddeti önleme, risk altındaki kadınları koruma, faillere gerekli cezaları verme ve bu konuda görev alan kurumlar arasında koordinasyonu sağlama görevi veriyor. Türkiye imzacı olduğu on yıllık süreçte bu konularda yeterli olmasa da olumlu adımlar atmaya başlamıştı. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun 2012 yılında çıkarılmış olması bu olumlu adımlardan en önemlisiydi. Bu kanun devletin şiddet karşısında “koruyucu” ve “önleyici” mekanizmalarını tanımladı. Poliste, adli mekanizmalarda, kamu hizmeti sunan kurumlarda yetki ve sorumlulukları belirledi. İstanbul Sözleşmesi yürürlükten kalksa da kamuoyunda “62-84” olarak anılan bu yasa hala yürürlükte ve kadınların burada tanımlanan mekanizmalara sıkça başvurduğunu görüyoruz.
Ya Eşcinsel Olursak
İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararı gerekçesi şu cümlelerle açıklanmıştı: “….Başlangıçta kadın haklarının güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir. Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararı alması da bu nedene dayanmaktadır.” İşte bugünlerde Türk siyasi tarihinde yeni çatışmaları ve ittifakları ortaya çıkaran bir başka kavram devreye girmiş oldu: “Eşcinselliği normalleştirme” kaygısı şeklinde resmi olarak açıklanan “LGBTİ+ Nefreti”. Cinsiyet varlığını ve kimliğini açıkça ifade etmeyi yasaklayan ve bu kimliğe sahip olanları düşmanlaştıran, ötekileştiren açık bir siyasi tutum. Üstelik bu dil şimdilerde siyasi skalada sağ-sol bütün fikir ve tartışmaları esir almış durumda.
Resmi açıklamadan anlaşılan kadınlar yani kendini kadın olarak tanımlayan ve bu sınırlar içinde davrananlar şiddetten korunmaya devam edecek. Peki öyle oldu mu diye baktığımızda kadın cinayetleri sayısında bir azalma ya da bu konudaki politikalarda bir iyileşme görmek şöyle dursun, 62-84’ün ciddiyeti ve bağlayıcılığı konusunda yasayı uygulama görevi olanlar başta olmak üzere herkeste bir geri çekilmenin yaşanıyor olması. Kadına karşı işlenen suçlar, kadın hak ihlalleri konusundaki “cezasızlık” rejimi varlığını koruyor ve en ufak öfkesini şiddet eylemi ile kanıtlamak isteyen erkekleri cesaretlendiriyor. Adli soruşturmalar başlarken kullanılan bir önlem olan “kadının beyanı esastır” ilkesi de içi boşaltılan, çarpıtılan, değersizleştirilenler kervanına ekleniyor. Erkek suçluya iyi hal-kravat, takım elbise ceza indirimleri veriliyor. Daha da ileri gidilerek, uzaklaştırma kararı ile “kadın” evden uzaklaştırılsın, “erkekler mağdur oluyor”, “nafaka kaldırılsın”…. gibi talepler geliyor. Anlaşmazlık durumunda erkekler, çocukların ekonomik ihtiyaçları ve bakımı konusunda sorumluluk üstlenmediği gibi kadınların çocuklarına karşı duygusal bağlılığı yeri geldiğinde yine onlara karşı şiddet aracına dönüştürülüveriyor. Sığınma evleri politikası cezaevlerinden hallice. Kimlik ve adres gizleme gibi önlemler işe yaramıyor. Miras ve evlilik hukukundaki eşitliğe karşı argümanlar kahvehane sohbetlerinin ötesinde her yerde taraftar toplamaya başlıyor. Dini nikahın asıl olması, küçük yaşta evlilikler, erkeğe poligami hakkı da tarikat ve din alimlerinin zaman zaman kamuoyunu tartıştırdığı konular.
Eşcinsellik karşıtlığı söylemi arkasına birer birer dizilen siyasi taleplerin kadını da erkeğe eşit bir özne olarak kurgulamadığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Bireylerin yurttaş olarak eşitliğine dair her bir kazanımın zamanla dinen sapkınlık kabul edilmesi çok mümkün görünüyor. Bu tarz geri dönüşlerin yaşanabildiği Ortadoğu ülkeleri canlı örnekler karşımızda duruyor. İran’da başörtüsü nedeniyle öldürülen gencecik kadınlardan, IŞID’ın köle pazarlarına, Afganistan’da kız çocuklarının okul durumuna ve hatta Afrika’da Nijerya ve Boko Haram’a uzanabiliriz. Yaşadığımız on yılların canlı öyküleri.
Haydi Erkekler Düşünmeye
Sonuç gelip patriyarkaya, erkeklerin ayrıcalıklarını kazanılmış hak olarak görmelerine, konfor alanlarına sahip çıkmalarına, kadını kendilerine tabi ikincil cins olarak görmelerine, nesneleştirmelerine geliyor dayanıyor. Oysa insanlar ve cinsiyetler arasında eşit ilişkiler içinde başka yaşamlar, bağımlı değil sevgi dolu sağlıklı ilişkiler mümkün olabilir. Tabii bu düzeni kendimizden başlayarak bir an önce kurmamız gerekiyor ki gelecek nesillere de örnek ve umut olabilelim.