6 Mayıs 1972 sabahıydı… Gökyüzü bulutluydu. Ankara’ya yağmur yağıyor, bulut kümeleri arasından yer yer güneş ışınları süzülüyor, Yaşar Kemal’in deyimiyle ‘sarı bir yağmur ‘ yağıyordu… Sabah ki haber bültenini dinlemeyenler, gazete satıcılarının önünde öbek öbektiler… Başlıklara bakıp ağlayanlar vardı. Üç kişi daha ağlıyordu… Ankara’nın Karşıyaka mezarlığında… Üç gencin babalarıydı bunlar… Buruk yürek ve titrek elleriyle kefenleri araladılar, son kez sırayla oğullarını öptüler. Yanaklarından süzülen yaşlar, ölü canların alınlarına, yüzlerine damladı.
Baba yüreğini üçüne eşit dağıttılar. Aynı duygularla kucakladılar üç ölü bedeni, mezara indirdiler… Öğleye doğru Ankara’nın Kızılay Meydanı’ndaki çiçekçide, bir genç kızın koluna iki polis girdi. Genç kız, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın mezarına kır çiçeği almaktan sanıktı… ve genç kız, asılmışlar için ağlama suçunu işlemekten gözaltına alındı.
Onlar için darağacındaki fidanlar dendi, masum gençlerdi dendi‚ Pal Sokağı Çocuklarına benzetenler oldu. Hiç kimseyi öldürmemiş olmaları ön plana çıkartıldı. Kimileri de lanetle andı onları. Ancak hiç bir biçimde önemleri yadsınamadı. Ölüm tehdidinden korkmayan, darağacını gericiliğin yargılandığı bir kürsüye dönüstüren tavırları unutulmadı. Onlar devrimci oldukları için asılmışlardı… Sonraki yıllarda yüzlerce, binlerce kez tekrarlanacak infazlardan biriydi ölümleri. Bugün de her devrimcinin kalbinde, parkasıyla, kavruk bakışlarıyla bir suret yaşıyorsa, bu, onların kazandıklarının kanıtıdır.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in ölümlerinin üzerinden 48 yıl geçti. Bunca yıla rağmen onların verdikleri mücadele, yakaladıklarındaki sergiledikleri korkusuz tavır ve idam sehpasına giderken dahi ölümden korkmayan davasına inanmış insanların duruşu onları ölümsüzler tarihine yazdı. Özellikle Deniz Gezmiş’in idam sehpasına çıkmadan önce yazdığı „ …bu durumu metanetle karşılamanızı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içerisinde fazla şeyler yapabilmektir.’ sözleri hala unutulmadı. Bir çok olumsuz gelişmeler bile gençlik önderlerinin hatıralarını silemedi. Öyleki muhafakazar veya sağcı kesimler bile onları sahiplenmeye çalıştı.
Bizlere göre ise onlar mücadeleye atılmış ölümü bile severek kucaklamış devrimci önderler olarak hafızalarımızda yerlerini almışlardı bile. Tabii onların mücadelesini iyi kavrayabilmek için yaşamış oldukları dönemdeki Türkiye ve Dünya siyasi tarihini iyi tahlil etmek lazım. Türkiye sanayileşme ve onun beraberinde getirdiği kentleşme dönemini yaşamaktaydı. Kırsal alanda doğup büyüyen kuşak bir süre sonra soluğu şehirde alıyordu. Kırsal alandan çıkıp gelenler, kapitalizmin sömürgen ekonomisi karşısında yalpalıyorlardı. Diğer yandan bu dönem burjuvazi içinde bir semirme dönemiydi.
Sanayileşmenin beraberinde getirdiği aşırı sömürü toplumdaki kutuplaşmayı da netleştiriyordu. Aşırı palazlanan burjuvazi karşısında işçi sınıfı da varlığını hissettiriyordu. Cumhuriyetin ilk 30 yılında burjuvazinin görmezden geldigi işçi sınıfının ekonomik, sosyal talepleri, mücadeleleri sonucunda yasalarda da yansımasını bulmuştu. 61 Anayasasının yarattığı ortamla ilk kez nefes alan toplum, sol yayınlardan nasibini alıyor, parlamentoya temsilci gönderiyor, 200 bin kişilik Saraçhane mitingleri düzenliyordu. Uluslararası arenada ise batı bloğu ülkelerinin savaş sonrasından itibaren yaşadığı ekonomik büyüme devrimci hareketlerin yavaşlamasına neden olmuştu. Doğu bloku ülkelerinde ise 1960’larda yaşadığı ekonomik yükselişleri bitirmiş artık dolmakalemin bile karaborsaya düşecegi günlere giden yolun önü açılmıştı. Yine bu dönem de başarılı gerilla – köylü mücadeleleri de devrimci mücadele açısından gündemdeki ağırlığını hissettiriyordu.
68 olayları işte bu koşullar altında patlak verdi. İşçi sınıfıyla yan yana mücadele ettiğinde kendi gücünün artacağını gösteren gençlik hareketi dünyanın dört bir yanını kasıp kavurdu. Düzenden rahatsız olanlar güçlerini sokaklarda gösterdi, gençlerin sokaklardaki bu eylemleri içlerinde devrimci önderleri de çıkardı. Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve daha onlarca devrimci önderler filizlendi mücadele içerisinde. Tabii ki hiç birisinin birinden ayrıcalığı yok ama Deniz’lerin idamları bir başka etkilemekte insanları.
O zamanki öğrenci hareketleri içerisinde öne çıkan Denizler, Amerikan 6. Filosunu protesto mitingi, 1968’de İstanbul Üniversitesinin işgali, 1967’de öğrenci örgütlerinin düzenledigi mitingde Amerikan bayrağı yakmak, 1968’de ABD Büyükelçisi Kommer’in gelişini protesto gösterileri, İstanbul Üniversitesinde sağcı güçlerin 16 Mart’ta giriştığı hareketlere öğrenci kitlesiyle birlikte karşı koymak gibi bir çok eyleme katılırlar.
1969 yılında Deniz Gezmiş Filistine gider. TIP içerisinde mücadele eden Deniz Gezmiş 1968’de parti içerisinde çıkan ideolojik ayrılıklardan dolayı eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin ve arkadaşlarıyla Devrimci Öğrenci Birliğini ( DÖB ) kurar. Gezmiş yine Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil ile beraber 1970 yılında THKO’yu kurarlar. Bu süreç içerisinde çeşitli defalar gözaltına alınıp tutuklanan Deniz Gezmiş her seferinde serbest bırakıldığında kendini mücadelenin içerisine atar. 1971’de THKO adına Ankara İş Bankası Emek Şubesi soygunun gerçekleştirenler arasında yer alan Gezmiş 4 Mart 1971’de dört ABD’li erin Balgat’taki Tuslog Tesislerinden kaçırılması eyleminde bulunur ve erlerin serbest bırakılmasından sonra Sivas’ın Sarkışla İlçesinin Gemerek nahiyesinde Yusuf Aslan’la birlikte yakalanır. Yakalanıp Ankara’ya getirilir. Onun emniyetteki, mahkemelerdeki ve hapishanelerdeki tavrı herkese örnek olur. Hiç bir zaman başeğmez, düşüncelerinden ödün vermez. Her zaman ki haliyle başı dik gururlu haliyle kendisini yargılamak isteyenleri yargılar. 1971’de başlayan THKO-1 davası’nda TCK’nin 146. maddesini ihlal ettigi gerekçesiyle 9 Ekim 1971’de idam cezasına çarptırılır.
Darağacının üç gülünün idam akşamı sergiledikleri devrimcilere yakışan onurlu tavırları taraflı tarafsız herkesin gözlerini yaşartır. Deniz özellikle avukatları Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan’ın idamlarında bulunmasını ve tarihe şahitlik etmelerini ister. Deniz idam edileceği yere getirildiğinde bulundukları odanın içerisi çok kalabalıktır. Etrafını süzen Deniz, infaz savcısına seslenerek ‘Ellerimi çözün, babama mektup yazmak istiyorum’ der. Fakat infaz savcısı‚ sen söyle yazarlar diyerek ellerini açmasına müsade etmez. Bir daktilo getirilir…. Deniz darağacına bakarak, düşünüp sözcükleri tek tek seçerek mektubu yazdırmaya başlar. Mektubu bitirdikten sonra babama verirmisiniz der. Ve Yusuf ile Hüseyin’i görmek istediğini söyler. ‘Gitmeden önce arkadaşlarımla vedalaşmak istiyorum’… Az sonra cezaevinin koridorlarında, zincirin betona değip sürüklenirken çıkardığı sesler duyulur. Yusuf geliyordur. Yusuf odanın kapısına geldiğinde Deniz ayağa kalkıp gülerek karşılar arkadaşını ve elleri arkadan kelepçelidir ikisininde. İdam hükümlüsü iki yoldaşın son buluşması bir hüzün yumağıdır. Gögüs gögüse, yanak yanağa bir süre öylece kaldılar.
Gülümsüyordu ikiside. Birbirlerine birşeyler fısıldadılar. Güldüler.. Gülerek bakıştılar. Gülerek ayrıldılar: Az sonra, pranga zincirinin betona değmesiyle çıkan yeni sesler duyuldu. Gelen Hüseyin’di. Onun da elleri arkadan kelepçeli, ayak bilekleri prangalıydı. Boyunlarıyla birbirlerine sarılmaya çalıştılar. Birbirlerini yanaklarından öptüler. Ve gülerek birbirlerine, ‘Güle güle dediler. …Deniz parkam nerede diye sordu. Burada dedi biri. ‘Onu Babama verin.’ İnfaz savcısı mahkemenin ölüm cezasına ilişkin kararını okudu. Deniz başını yukarıya kaldırarak .’ BU KARARI RED EDIYORUM: KABUL ETMIYORUM:’ diye haykırır. Savcının işareti üzerine masanın üzerinde duran gazete kağıdından paket açılır, içinden beyaz patikadan yapılma kolsuz, uzun idam gömleği çıkar ve gömleği Deniz’in başına geçirirler. İnfaz savcısı hadi dediğinde Deniz avukatlarına bakar ve ‘Hoşça kalın, herkese bütün devrimcilere selam…’ der Daragacına doğru yürür… iki yanında birer gardiyan vardır. Gardiyanlar kolunu tutmak istediklerinde, ‘Bırakın kendim giderim’ diye haykırır ve koridorları geçerler Arkasından yürüyen 20-30 kişilik kalabalıkla Deniz avluya çıkar, duvar dibine kurulmuş ve hafif aydınlatılmış darağacına doğru yürür. Masaya, oradan da, duraklamadan tabureye çıkar, başını öne uzatarak ilmiği kendi boynuna geçirmek ister, başaramaz. Masanın başında bekleyen cellat ilmiği iki eliyle çekerek, genişleterek Deniz’in boynuna geçirir.‘ Ben halkımın bagımsızlıgı ve mutlulugu için Şerefimle bir defa ölüyorum, Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın… halklar, yaşasın işçiler, köylüler, kahrolsun emperyalizm. ‘ diye slogan atmaya başlayınca savcı Ali Elverdi çek diye bağırır. Cellat öne atılarak tabureyi çeker.
Saat 01.25’tir.
Yusuf’un idamını gerçekleştirmeden önce cepleri boşaltılır, üstünden çıkanlar masanın üzerine konur. Biraz bozuk para bir kol saati ve iç cebinden çıkan iki mektup… ‘ Yusuf saati babama verin,’ dedikten sonra infaz savcısına. ‘ mektuplardan birini babama yazdım… birini de köydeki akrabalarıma. Herhalde verirsiniz bunları?’ diye sorduğunda Savcı tabii veririz Yusuf diye cevap verir. Yusuf’un ayağındaki prangayı çözerler önce, elleri arkadan kelepçeli olduğu halde, idam gömleğini başından geçirterek giydirirler. Yusuf son sigarasını içerken İnfaz savcısı Sami Uğur’un ‘Haydi Yusuf’ demesiyle Yusuf ayağa kalkıp, avukatlara bakar, geldikleri için teşekkür eder ve ‘Herkese selam’ diyerek yürür. Sert ve diri adımlarla koridoru geçer, iç bahçeye bakıp sonra yeniden yürür sehpaya gelince sağ ayağını kaldırır ve masaya ve oradan da hiç durmaksızın taburenin üzerine çıkar. Cellat koşarak gelir ve ilmiği Yusuf’un boynuna geçirir. Aynı anda ortalık Yusuf’un gür sesiyle çınlar. ‘ Ben halkımın bagımsızlığı ve mutlulugu uğruna şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle hergün öleceksiniz. Biz hakımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun Faşizm.’ Kısa bir duraklamadan sonra, Yusuf tabureyi devirir.
Saat 02.25’tir..
Hüseyin her zamanki sakin haliyle otururken sigara içmek isteyip istemediğini soran avukatlarına içmeyeyim diyerek ayağındaki lastik ayakkabıları göstererek; ‘Söyleyin babama, yarın ayagımda lastik ayakkabıları görünce, doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş demesin, üzülmesin. Mamak’ta cezaevinde ayakkabılarımızı giymemize bile fırsat vermediler. Hüseyin’in ayağındaki prangalar çözülür, ayağa kaldırırlar, ceplerini boşaltırlar ve üzerinden 21 lira 95 kuruş çıkar. Sonra kağıda sarılı beyaz ölüm gömlegini açarlar ve Hüseyin’e giydirirler. Savcı haydi Hüseyin dediğinde, Hüseyin ‘hadi eyvallah!’ der ve sehpaya doğru ilerleyerek masanın üzerine çıkar ve durur.
Hüseyin’in durduğunu gören Savcı ‘tabureye çık’ diye bağırır. Hüseyin savcıya dönerek, tükürür gibi ‘ Sabırlı ol çıkacağım’ der. Hüseyin tabureye çıkmadan önce: ‘Ben hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ülkemin bagımsızlığı ve mutlulugu için savaştım. Bu ana kadar bu bayrağı şerefle taşıdım. Bundan böyle bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, Köylüler. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun Faşizm!’ diye sloganları haykırır, tabureye çıkar ve tabureye iki kez vurur…
Saat 03.00’tür.
Deniz’lerimiz dalgalı coşkuluydu… aşkın ve devrimin Deniz’leri… Mayıs gelincikleri gibi. Alı aldı… Hayat dolu. Hayata gülen, yüzü güneşe dönük, yaşam sevinciyle ışıl ışıldılar.
Mayıs’ı bitirmeden koparıldılar… Hürriyet ve Adalet gülleriydi. Yüzüm güneşe dönük, ben halkımın Özgürlük ve Adalet türküsüyüm, kolay kolay ölmem ben derlerdi. Ölmediler.