Perşembe, Kasım 7, 2024

Festival Sanatı/Sanat Festivali

Date:

Akşama kalmaz, öleceğini biliyordu filozof. Son hazırlıklarını tamamlayıp masasından kalktı, odadan çıktı, az sonra çoluk çocuk, cümbür cemaat kiliseye gidecek olan ev sahibinin yanına vardı. “Sana bir sandık bırakıyorum bay Van der Spijk” dedi, elini iki yana açıp sandık dediği şeyin hacmini tarif etti, buna göre tarif ettiği şeyin sandığa benzer bir yanı yoktu, dönemin Latince’sinde “pupit” diye yer edinmiş olan ufacık bir kutuydu kastettiği, “ben ölür ölmez, hemen, kapağını açmadan, içinde ne var ne yok bakmadan, eline geçen ilk fırsatta, tez elden Amsterdam’a göndermelisin bu sandığı, teslim alacak olanın ismi ve adresi işte bu kağıtta yazılı. Ölümü gör ve al bu sandığı bu adrese gönder, bir açıklama, bir not düşme, sadece gönder, ölümümü görür görmez, tez elden Amsterdam’a ulaştır bu sandığı.” 

Akşama kalmadı, öldü filozof. Onu son gören, ilk gençliğinden arkadaşı, can dostu, doktoruydu. Pupit’i saymazsak, masanın üzerinde bir kaç kapik para, ufak tefek bir kaç nesneden ibaret hatıra, bir kaç da mercek işlemeye yarayan alet kalmıştı mirasçılarına.

Lahey Belediyesi’ne ait kimsesizler mezarlığında bir süre uyudu filozof. Sonra… Sonra kendisiyle birlikte aynı çukura atılmış olan bir düzine kimsesizle birlikte, mezarlıkta yer kalmadığı gerekçesiyle çıkartılan kemikleri bir at arabasına yüklendi ve kimsenin bilmediği bir mecrada, savruldu doğaya.

Kırk beşinde gözlerini kapatan filozofun ev sahibi Hendrick van der Spijk, kiracısı ve dostuna verdiği söze sadık kalmıştı, böylece cenazeden kısa bir zaman sonra “Etika” diye bir kitap çıktı piyasaya. Etika ki insanın insanlaşmasından bu yana; söylenceleri, ayinleri, ritüelleri, fikirleri, inançları ve peygamberleriyle, masalları, destanları, tragedyaları, şiirleri ve romanlarıyla, tıpta, astrolojide, fizikte ve matematikteki icatlarıyla, bilimleriyle, mimariden resme, kelimelerden notalara, sonsuz ve sınırsız düşsel tasarımlara, edimleri ve duyumsamalarıyla bütün alemlerden neşet ettirdiği sanatlarıyla kendinin, yani insanın, velhasıl kendisini özgür ve köle kılan bütün fenomenleri yaratmış olan insanın, ez cümle her “şey”i ve onların kaynağını, yani varlığın ve tanrının doğasını araştırıyordu, bu araştırmanın her açıklaması diğer bütün açıklamalar tarafından kanıtlanan, dahice formüle edilmiş düşünsel bir evren içeriyordu, yani kısaca, filozofun kaleme aldığı işte o “Etika” kendisinden önceki bütün eserlerin ateşi ve külüydü. Ve Hegel’in, “felsefe bilmek, Spinoza’yı bilmektir” dediği o filozofu, felsefenin prensi Spinoza’yı işte böyle kaybetmiştik. 

Bir an için düşünelim; ev sahibi Hendrick van der Spijk adreste küçük bir hata yapsaydı, ya da o gün Amsterdam’a giden geminin başına bir şey gelseydi, o sandık diğer postalar içerisinde kaybolsaydı, yayıncısı korkuya kapılsa ve sandığın içindeki kağıt parçalarını yırtıp atsaydı (ki bunun için kimse onu suçlayamazdı, çünkü Spinoza ve O’nun felsefesi nedeniyle hem Yahudi cemaati, hem hristiyan alemi hem de polisin, adliyenin baskısını, salınan korkuyu duyup bilmeyen yoktu), her neyse, Etica basılıp gün yüzüne çıkmasaydı, söz gelimi Hegel’in diyalektiği hangi ağaçta baş aşağı asılı bulanacaktı ki sınıf devrimleri ve ulusal kurtuluş hareketlerine ilham verecek olan biri de kalkıp onu yere indirsin ve ayakları üzerine oturtsun? Etika basılmasaydı, Marksist külliyatın can suyunu alıp beslendiği, filizlendiği 11. tez nasıl olacaktı acaba? 

Şimdi bir de şöyle bir soru soralım: Çocukluğundan itibaren dışlanma, afaroz, ölüm tehditleri, linç girişimleri, olmadı sefalete sürüklenme gibi bin bir güçlükle yüzleşerek yaşayan, buna rağmen bir anne sancısıyla insanlık tarihinin düşünce birikimini yeniden doğuran, inancın ve aklın evrenini yeniden kuran, bilim ve felsefe külliyatına parlak ve tertemiz yollar açan, duygunun en yetkin tanımlarını sunarak sanatın ufkunu genişleten ve bütün bunları 45 yıllık kısa bir ömre sığdıran Baruch Spinoza’nın kaybını, bu kadar içli duygularla, öz kardeşini kaybetmiş olmaya benzer bir acıyla hatırlamamıza sebep olan şey neydi peki?

Vasat başlayıp sarsıcı sonuçlara ulaşan bir etkinlik… Bazen böyle olur… Sıradan bir iş yapmaya koyulur gibi bir projeye başlarsınız ve fakat sonuçları o kadar sarsıcı olur ki, kişisel hayatınız ve toplumsal dahliniz bakımından hayatın akışının bütünüyle değişmeye başladığını hissedersiniz. Bu kez de öyle oldu: Olağan bir etkinlik yürütmek üzere yola çıkmıştık. Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun Kültür ve Sanat Kurulu olarak, Türkiye ve Avrupa’yı kapsayacak bir kültür-sanat etkinliği düzenlemeyi planlamıştık. Amacımız, edebiyat ve sanatın belli alanlarında üretenlerin başvurusunu almak, bazı sanatçı, edebiyatçı dostlarımızdan jüri olmalarını rica etmek, böylece hem gençleri sanat üretimine yönlendirmek, hem de kendini genç hissedenleri sanat üretiminden kopmamaları yönünde cesaretlendirmekti. Bununla birlikte, bir alevi kurumu olarak sanatla bağımızı yeniden pekiştirmiş olacak, yönetimde yer alan insanlar olarak da üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmiş olacaktık. Öte yandan pandemi nedeniyle yaprak kımıldamayan dünyamıza bir sanat rüzgarı estirmiş olmayı da umuyorduk. Fakat etkinliğimize o denli yoğun bir ilgi oldu, o denli nitelikli ve özgün üretimler ulaştı ki, insan ve onun etkinliği üzerine yeniden düşünmek gerektiğini idrak ettik. Bu işin bir yanı. Diğer taraftan öyle sanatçıların varlığını keşfedecektik ki, bu insanlarımızın bugüne kadar nerede, nasıl yaşadıklarını, ne acılar çekip neler hissettiklerini şimdiye kadar bilmiyor olmanın utancıyla yüzleştik. 

Kısa bir alıntı: 

“Hafif aşağıya eğim alan asfalt yoldan terk etti mahallesini. Avas amcanın bakkalını geçerken en çok acıdı yüreği. Bakkalın hemen önünde naylon file içinde asılı, rengarenk plastik toplar kaldı hayallerinde. Bir de hep öğrencisi olmayı düşlediği hemşire okulunun tül perdeli pencereleri…

O zamanlar severdi beyazı. Beyaz hemşire önlüğünü de… Sol işaret parmağını dudaklarına götürdü ve “susss” dedi çocukluğuna.”

Bu hikayenin kahramanı kimdi? Nasıl yaşadı? Kaç yaşındayken kendisinden kaç yaş büyük bir adamla neden evlendirildi? Neler yaşandı onun yılları ve asırları boyunca? Bizim saniyelerimizle onun saniyeleri arasında nasıl bir zaman ilişkisi vardı? Dünya onu ne kadar anladı, o dünyayı nasıl kavradı? İnanç ne ifade etti onun için? İnancın değerleri nasıl bir seyirle değişti onun bilincinde? Hissettikleri, düşündükleri ve inandıkları arasında kurulan o cenk meydanlarındaki yıkıcı fırtınalarda hangi fikirler can çekişe çekişe öldüler? Üzerine biçilen acıları çekmek için inanca dayanan bir insanın, nihayet isyan noktasına ulaşması nasıl bir insanlık haliydi? Daha da inanılmazı, bu insanın ulaştığı, “isyan suçumun bedeli, geçmişte yaptığım ibadetlerden tahsil edilsin” biçimindeki zihinsel ermişliğe ne isim vermeliyiz?

Ya on yaşında bir çocuk tarafından çizilen resimde; bütünüyle kapkara bulutlarla imgelenmiş olan dünyanın, bir kadın eli tarafından tıpkı ipe asılı çamaşırları toplar gibi toplanması ve kara bulutlar dünyası ötelendikçe güneşin kendini göstermesini nasıl okumalıyız? Bir değil, üç değil, beş değil, yüzlerce eser ve her biri bir ötekinden yetkin, her biri berikinden daha derin acılarla bezeli, her biri yek diğerinden fersah fersah uzak diyarların özgün kültür değerlerinde gizil hislerin estetiğinden bahsediyor. 

İşte Spinoza’nın ölümünü her hatırladığımızda, “ya o sandık yayıncıya ulaşmasaydı” diye tüylerimizi diken diken eden o duygu, AABF Kültür Sanat Kurulu tarafından organize edilen bu festivalde bir kez daha gelip ruhumuzu kuşattı. Ya bu öykülerden biri yazılmamış olsaydı? Ya bu resimlerden biri çizilmemiş, bu şiirlerin birinde yer alan kelimeler arasındaki eşsiz ahengi hissedememiş olsaydık, ne kadar eksik ve daha kusurlu bir dünyada yaşamaya devam edecektik. Ve Spinoza’yı asla bilemeyeceğimiz gibi ne “Hiva’nın Çengelli İğneleri” hakkında en ufak bir fikrimiz olacak, ne Hüseyin ile Recep’in bütün inançlar ve felsefelere, bütün varoluş değerlerine rahmet okutan derin aşklarının hislerini içimize çekebilecektik. Daha acısı ise bunları bilmediğimizi bilememenin acınası kusurlu ruhlarıyla nefes almaya devam edecektik. 

Dedik ya, bir değil, üç değil, beş değil… Yüzlerce… Matematiği değersiz kılan sayılarla hatta. Gene de rakam vermemiz gerekirse Danimarka’dan, Amed’e, Dersim, Batman, Ankara, Kuşadası, Didim, Malatya, izmir, istanbul, Warto ve Almanya’ nın her yanından katılan toplam 233 ürün… Her biri, Spinoza’nın “Pupit”i içerisinde Amsterdam’a giden gemiye verilmiş postalar kadar değerli… Bu eserler arasında bir değerlendirme yapmak üzere seçilen yedi dala bölünmüş onlarca değerli jüri üyesi… 

Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu bünyesindeki Kültür ve Sanat Kurulu tarafından organizasyonu yapılan bir festival gerçekleşti ve yönetimden jüri üyelerine, katılımcılardan eser üreten sanatçılara, her birimizin dünyası zenginleşti, algısı derinleşti, görgü ve kavrayışı olgunlaştı, insanlığımıza, birbirimizi anlama, birbirimize dokunma, birbirimizi hissetme erdemlerimize renk ve soluk katıldı. 

İyi ki sanat var, iyi ki insanlar yazıyor, çiziyor, tasarlıyor, besteliyor, bedenlerinde ve ruhlarında gezinen fikirleri bizlerle paylaşıyor.

AABF KÜLTÜR VE SANAT KURULU

Paylaş

spot_img

İlginizi çekebilir

Bunlara baktınız mı?
Benzer Başlıklar

Prof. Dr. Kemal İnal: Diyelim Almanya’da Bir Alevisiniz!

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Almanya'da verilen...

Arif Yeşilyurt: Engelsiz Yaşam

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Engelsiz yaşamı...

Cuma Erçe: “Kılıç Artığı”

‘Kılıç artığı’ sözü, hem tarihi bir itirafı ifade eder...

Leyla Aslan: Alevilik Yolunda 40 Yıllık Emek “Gönüllü Karınca” Esat Korkmaz

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Aleviliğe verdiği...

Alevilerin Sesi dergisine abone olmak ister misiniz?