Salı, Aralık 10, 2024

“EV İÇİNDEKİ DÜŞMANDAN KORK” *

Date:

Ali Balkız

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 280. sayısında yayınlanmıştır.

Köyden kente göçün başladığı tarih, 1950-1960’lı yıllar… Göçün ana nedeni ekonomik. Nüfus artınca ve toprak artık yetmez olunca yeni arayışlar başlıyor. Göçenler kentlerde, varoşlarda… Yeni bir dünya… Yeni ilişkiler, yeni yaşam… Ama bir de geride kalanlar var.

Bu yazının konusu işte bu geride kalanlar…

Yetmez olan toprak birdenbire çoğaldı. Tarla, bağ bahçeden en uygun olanlar paylaşıldı. Yüzler güldü. Nüfus yine arttı. Artanlar yine kente gitti. Denge hep böyle ilerledi.

Nüfus azalınca okul kapandı. Öğretmenle birlikte dede de gelmez oldu. Her yıl yapılan cemler unutuldu. Giderek anı olarak kaldı.

Kente gidenler örgütlendiler. Ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal inançsal anlamda yaşama tutunmaya çalıştılar. Dernekler, vakıflar oluşturdular. Kentin onca olanağına karşın öğütücü, eritici, giderek yok ediciliğine karşı böyle direnmeye çalıştılar.

Köyde kalanlar ise yalnızlaştı. Yetişen her genç kente koştu. Köy yaşlılara kaldı. Kim ekecek bağı bahçeyi? Kültürlerinde köklü olarak var olan imece, yardımlaşma, paylaşmanın yerini içten içe rekabet aldı.

60’ların 70’lerin devrimci dalgasının yerini korku, yenilgi aldı. Yine de kimse  kimseyi ihbar etmedi.

Kitlesel katliamların yanına yenileri eklendi. Acı büyüdü. Ağıtlar yakıldı, intikam yeminleri edildi. Devlet izledi, gözledi, inceledi, denenmiş bildik yol ve yöntemleri yeniden gündeme aldı. Kaleyi içerden fethetmek daha kolaydı.

‘Alevilik nedir?’ tartışmaları böyle doğdu. İslamiyetle ilişkisi metreyle, cetvelle ölçülür oldu. Yeni tarihçiler, araştırmacılar, dedeler, ozanlar, kanaat önderleri bulundu. Yanına bir de ırkçılık eklendi. Para ettiği anlaşıldı. İftar programlarının yanına dergah ve cemevi ziyaretleri eklendi. Ziyaret ettikleri her yer önceden kendi anlayışlarına göre dizayn edildi. Gençlere ‘yaz kampları’, yaşlılara ‘Kerbela yolları’ müjdelendi. Yine de yetinilmedi: “Bu Alevilerin bu coğrafyada neleri var acaba?” diye araştırmalar yapıldı, bizim yapmamız gereken çalışmayı devlet yaptı. Bölge bölge listeler  çıkarıldı. Envanter yapıldı. Kenarda köşede kendi halinde kalmış Alevi varlıklarına bile ulaşıldı. Ziyaret edildi. Hal hatır soruldu. “Bir ihtiyacınız var mı?” denildi. Garibim Alevi elbet bundan mutlu oldu. Gönlü hoş oldu. Ne denirse ona inandı. En hassas yerinden yakalandı: Kerbela…

Bir yandan da devlet, eşit yurttaşlık mücadelesi veren kişi ve kurumları ateist, marksist, inançsız, terörist diye karalamayı ısrarla sürdürdü. Devlet, bütün olanakları ile her yan ve yönden saldırı halinde. Başvurmadığı hiçbir araç yok. Her yol mübah…

Peki… Bu saldırılarını değiştirme, dönüştürme, kendine benzetme, asimile etme politikalarının sahadaki yansımaları ne acaba?

Bu sorunun yanıtını yakın zamanda bir ÇED davası için gittiğim köyüm ve çevresinde gördüm. (Sivas-Kangal/Eğricek-Elkondu ve çevre köyleri)

Şimdi başa döndük, köyde kalanlar…

O yüz-yüzelli hanelik köyler bile beş-on hane kalmış. Yaz aylarında köyüne dönenler olmasa…

Hayvancılık birkaç ineğe düşmüş. Olanları satmışlar. Bakacak kimse yok. Kalanları birleştirip bir Afgan çobana emanet etmişler. Afgan çoban olmuş köyün ağası… Allah vere de biri bir laf ede… Ya kaçar giderse… El üstünde adam. Fötr şapkası başında, uydu bağlantılı telefonu elinde, çalı gölgesinde yatıyor. İmreniyor insan, gelip bu köye sığır çobanı mı olsam diye…

Her hafta köye çadır örtülü kamyonet bakkal geliyor. Ne ararsan var. Yani pazar ayaklarında. Somun varken kim sac ekmeği yer?

Kış gelmesin. Kar yolları örtmesin. Allah korusun biri ölse mezarını kazacak kimse yok.

ÇED toplantısı, yöredeki Kürt, Türk, Alevi, Sünni herkesin ortak ziyaretgahı olan Bakırtepe’de on yıldır sürmekte olan siyanürlü altın işletmeciliği ile ilgiliydi (yeni kapasite artırımı).  Yöredeki Alevi yerleşim alanları bu anlamda ağır iş makineleri, dinamit sesleri ve toz duman altında.

Toplantı bir merkez köy olan Çetinkaya’da bir okulda yapıldı. Şirket ve Bakanlık bir yanda, on köyden muhtarlar ve halk da bu yanda. Ortada 50-60 kişilik jandarma birliği. Köylüler birbirlerinin akrabaları, hısımları, komşuları: Alevi, Sünni, Türk, Kürt…Hepsi kardeş… Ama nasıl birbirine düştüler… Jandarma arada olmasa kan çıkacak…

Şirket işini biliyor: Kimini işe almış. Kiminin traktörünü kiralamış. Kimine işçi taşıma işini vermiş. Kiminin tarlasını satın almış, yenilerini istiyor. Geri kalanlar da çevre, doğa, yaşam, mezarlarımız diyorlar. Arsenik bulaşmış içme suyu, tozdan daha çiçekken kuruyan ağaçlar ve siyanür diyorlar…

Muhtarın biri sesleniyor; “Komşular niye anlamıyorsunuz? Bölgemizde hayvancılık öldü. Ziraat bitti. Zaman maden zamanı… Gelin siz de nasiplenin.”

Salon ayağa kalkıyor. Jandarma araya giriyor.

Bakanlık yetkilileri gülüyor.

Şirket yetkilileri başını çeviriyor.

Halk bölünüyor.

Onları barıştıracak ne dede var ne de cami imamı..

Toplantı öncesi köy köy geziyoruz. Herkesi bu toplantıya davet ediyoruz. Akbelen’i, Bergama’yı, Kazdağları’nı hatırlatıyoruz… ‘He… Hı…’ diyorlar ama gelmiyorlar. Öğreniyoruz ki; “Ya komutan bizi orada görürse, kaymakama bilgi giderse… Müzevirciler (ihbarcı, istihbaratçı) adımızı deftere yazarsa…”

Bu köy gezileri sırasında öğreniyoruz ki, yakın bir köyde, benim ilkokul öğretmenimin köyünde, bir cenaze var. Çok sevilen genç biri kalp krizinden Hakka yürümüş. Doğru oraya gidiyoruz. Mezarlığa yetişiyoruz. Oldukça kalabalık… Gurbetçiler de gelmiş. Biz yabancıyız. Tanıdıklar çıkıyor. Küçük harflerle konuşuyoruz. Bir yandan da göremediğimiz bir yerden bir Kuran okuma sesi geliyor. Yüksekçe bir yere bir cami imamı çıkıyor. Sünni anlayışa göre konuşuyor. Ayetler, hadisler okuyor… Millet dinliyor…

Cenaze havası ağırdır.

Kadınlar ağlıyor. Gençler toprak atıyor.

Soruyorum da; bu yörede şu şu şu köyler Alevi ocağı köyler, şu köyler talip köyler… Niye bir dede değil de hatta bir gönüllü değil de kaç köy öteden, Çetinkaya’dan cami imamı istiyorsunuz cenaze için? Üstelik bu köy kaç köy enstitülü öğretmen yetiştirmiş, aydını , okumuşu bol bir köy?… Yanıtları ilginç: “Ne fark eder? Niye bölücülük yapalım? Köyün İl İdaresiyle, Kaymakamlıkla bir sürü işi var. Siz yarın geldiğiniz yere dönüp gideceksiniz, biz burada kalacağız… Yalnız… Bir başımıza…”

Devlet işini biliyor.

Ne zaman bir köylü kapısını çalsa, yol, su, köprü, gübre, ilaç, kredi dese… Yanıtı hazır: Önce cami… Hanı yanına bir de cemevi olsun. İkisi bir arada… Bütün yollar açılır.

Hangi köyde aşure var, cemevi açılışı var, belediye başkanı, kaymakam, müftü oradalar…

Alevi örgütleri gidemiyor, gitmiyor. Yöredeki ocaklar, dernekler umursamıyor. Dede-talip ilişkisi soğumuş… Görgü, cem kentlerde teatral gösteriye dönüşmüş.

Bundan yararlanan devlet bulduğu çürükler aracılığı ile Aleviliği kendi özünden vuruyor. Kültür Bakanlığı para dağıtıyor. Hünkarın sözü ile ‘EV İÇİNDEKİ DÜŞMAN’ korkmadan çalışıyor.

Ne yapmalı?

Nasıl yapmalı?

Asıl sorun burada.

Kurumlarımızın devletle karşı karşıya gelip bire bir mücadele edebilecekleri ne kadrolar ne de olanakları var.

Hukuk da olmayınca…

Bu büyük kıyımı, saldırıyı karşılamada -Aleviler bir anlamda neredeyse bir başına kalınca- iş başa düşüyor.

Önce EV İÇİNDEKİLERİ bulmalıyız.

Onları rezil-rüsva etmeliyiz.

Yaptıkları ‘hizmet’in ne anlama geldiğini anlatmalıyız.

Dedeliğin Hakullah toplamaktan ibaret olmadığını dedelere, ocaklara anlatmalı, dün’ü hatırlamalı, yetişin demeliyiz.

Laik, demokrat kamuoyunu göreve davet etmeliyiz. Yakın bir zamanda, Ankara’da “Barış Hakkı” konusunda üç yetkin yetişkin insan hakları savunucuları, küçük salonda iki saat konuştular da bir tek ‘Aleviler, Alevilik’ sözcüğü geçmedi.

Var olma mücadelesi veren yapılarla, ilkeli, süreli iş ve eylem birlikteliği yapmalıyız. Velileri bulmalıyız, çocuklarımızın okul, sınıf, mahalle arkadaşlarının anne babalarına ulaşmalıyız.

Güya ‘altı ok’dan biri Laiklik olan CHP’yi sarsmalıyız. Olmadı, dersini vermeliyiz. Solda güç ve eylem birliğini sağlamalıyız.

Örgütlerimizi, genel merkezdeki üç-beş yürekli, çalışkan kadroların yanına tüm şubeleri çalışır, sorumluluk duyar hale getirmeliyiz.

“Devletle iş tutan” herkese karşı tüzüğümüzü işletmeliyiz.

Alevilik, yüzyıllardır hangi deryalarda yüzmedi, hangi badireleri atlatmadı ki?…

Bu devir de böyle bir devir.

DERT BİZDEYSE, DERMAN DA ELLERİMİZDE…

*Hünkar Hacı Bektaş Veli

Paylaş

spot_img

İlginizi çekebilir

Bunlara baktınız mı?
Benzer Başlıklar

Zini Gediği’nde katledilen Aleviler Erzincan’ın Kılıçkaya köyünde anıldı.

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Zini Gediği’nde...

Ağa Akgüç: Zini Gediği

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Zini ismini...

Cemal Taş: “Dersim’38 İkinci Kerbela”

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. 1935-1953 yıllarını...

Prof. Dr. Kemal İnal: Diyelim Almanya’da Bir Alevisiniz!

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 288. sayısında yayınlanmıştır. Almanya'da verilen...

Alevilerin Sesi dergisine abone olmak ister misiniz?