Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 284. sayısında yayınlanmıştır.
Avrupa’da her geçen gün artarak gelişen faşizmin çok ciddi ve tehlikeli bir boyuta vardığı artık birçoğumuz tarafından bilinmektedir. Keza son birkaç haftadır, başta Almanya olmak üzere, birçok ülkede yapılan kitlesel sokak gösterileri de bu sorunun ciddiyetini ortaya koymaktadır. 25 Kasım’da AFD yöneticilerinin kDestekli Yükselisiatıldığı Potsdam toplantısı ve burada tartışılan konular faşizmin geldiği boyutu çok net göstermektedir. Almanya’da AFD’nin sürekli yükselmesi, Doğu Almanya’nın bazı eyaletlerinde birinci parti haline gelmesi kuşkusuz ki son derece tehlikelidir. Ama asıl tehlike yeraltı faşist örgütlenmeler olduğunu unutmamak lazım. Çok yakın tarihte NSU adı verilen kanlı terör yapının işlediği cinayetler hala hafızamızda tazeliğini korumaktadır.
Son 20 yıl içerisinde 230 civarında insan faşistler veya aşırı sağcılar tarafından katledildi.
Dolayısıyla Almanya’da gelişen ırkçılık ve faşizmin boyutunu sadece AFD ile ölçmek ve anti-faşist mücadeleyi sadece AFD ile sınırlı tutmak eksik bir bakış açısıdır.
Basına birçok kez yansıyan, Federal Ordu, anayasa koruma ve polis teşkilatı içinde örgütlenmiş faşist yapılar bu gerçeği net bir şekilde ortaya koymaktadır. Federal Ordu kışlalarında çalınan binlerce kilo patlayıcı, güvenlikten sorumlu olan emniyet yetkililerinin sosyal medyada ırkçı ve faşist söylemleri, yine polis teşkilatında bazılarının muhalif bireylere göndermiş oldukları tehdit içerikli e-postalar faşist saldırıların çok daha boyutlu olduğunu göstermektedir.
Yıllardır anti-faşist örgütlenmeleri esas tehlike gören polis ve yargı, faşist yapılanmaların esas tehlike olduğunu görmek istemedi. NSU davasında da görüldüğü gibi, suçlular hep başka yerlerde arandı.
Almanya’da AFD’nin ikinci büyük parti haline gelmesinde yukarıda sıraladığımız gerçeklikten bağımsız ele alınamaz. Yabancı olan her şeye savaş açan AFD, tarih sahnesine çıktığı günden itibaren ırksal üstünlük fikrini ve şovenist ideolojiyi sahiplenerek Hitler faşizmini yer yer açıktan sahiplenmekten çekinmemiştir. Sistemin doğasıyla alakalı olan tüm krizlerin nedenleri olarak göçmenleri gösteren bu hareket, döneme uygun olarak kendini güncelleştirmeyi de elden bırakmıyor. “Küçük insanların ve mağdurların partisi” olarak sahneye çıkan AFD, 2017 seçimlerinde aldığı “anonim bağışlar”ın miktarı yaklaşık 6 milyondur. Almanya’da Nazi süreci ve faşist parti NSDAP gelişimi incelendiğinde, birçok paralellik olduğu ortaya çıkmaktadır. 1930’lara kadar yüzde ikiyi bile yakalayamayan faşist NSDAP, aynı yılın Eylül ayında yapılan seçimlerde yüzde 20’ye yakın oy almayı başarmıştır. Şu anki faşist parti AFD, 2013’te Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 7 oy alırken, gelinen aşamada yüzde 20’yi aşan bir oy potansiyeline sahiptir.
AFD’nin tarih sahnesinde alacağı yer ve buna bağlı olarak üstleneceği görev dünyadaki krizlerden bağımsız düşünülemez. Bu bağlamda AFD’nin daha da ileri giderek, 1930’larda NSDAP rolünü üstlenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu çerçevede son birkaç haftadır Almanya’da özellikle AFD’nin yükselmesine karşı yüz binlerin sokağa dökülmesi son derece anlamlı ve önemlidir. Ama bu gösterilerin hedefine sadece AFD’yi koymak ve anti-faşist mücadeleyi onunla sınırlı tutmak yeterli değildir.
AFD dışında bazı siyasi partiler de ırkçı söylemlerle yabancı düşmanlığını körüklemektedir. Özellikle mültecilik üzerinden gelen saldırılar ve öneriler ırkçılığın diğer bir versiyonudur. Bu bağlamda hatırlatmakta fayda var: Yeni mültecilik yasası şu an iktidarda olan SPD, Yeşiller ve FDP’nin eseridir. Ve bu yeni yasayla temel haklara yönelik saldırılarına yeni birisi eklendi. Demek ki, anti-faşist mücadele bugün iktidarda olan partilere bırakılmayacak kadar önemli ve ciddi bir meseledir.
Demek ki, faşist saldırılar ve ırkçılık düşündüğümüzden veya tahmin ettiğimizden daha tehlikeli bir boyuta ulaşmıştır.
Sonuç olarak, yerinde ve zamanında bazı tehlikeleri görmek ve ona uygun politikalar geliştirmek önemli ve zorunludur. Bu bağlamda sadece Almanya’da değil, Avrupa’nın birçok ülkesinde gelişen tehlikeyi açığa çıkarmak, teşhir etmek ve kitleleri bu konuda duyarlı hale getirmek başta yerli ve yabancı sol ve sosyalistlerin görevidir. Sadece kapalı salonlarda değil, yaşamın her alanında anti-faşist mücadele yükseltilmelidir. Ve bu alanda mücadele veren tüm kesimlerle birleşilmelidir. Tam da bu konuda özellikle Almanya’da sol hareketlerin çok pasif kaldığını söylemek yerindedir. Bir tehlikeyi sürekli gündeme getirmek tek başına yeterli değildir. Asıl olan tehlikeyi ortadan kaldıracak pratik adımlar atmaktır. Hitler’in iktidara gelmesinde birçok önemli faktör vardı. Sol hareketlerin süreci iyi analiz edip, uygun taktikler geliştirmemesi bu faktörlerden birisiydi. Tarihten ders çıkararak anti-faşist mücadeleyi yükseltmek önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır.