Pazartesi, Eylül 16, 2024

Burhanettin Kaya: Artık Hiç Bir Şey Eskisi Gibi Olmayacak!

Date:

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 287. sayısında yayınlanmıştır.

Ne zaman bana Sivas’la ilgili bir şey sorulsa aklıma ilk gelen şey, ilk geçen cümle Türkiye’nin bir travmalar ülkesi olduğu. Öyle ki yaşanan ama failleri bulunamayan, ya da açığa çıkarılmayan, nedenselliği yeterince anlaşılamayan, ya da anlaşılmasına izin verilmeyen, anlaşılmaması için her türlü çabanın sergilendiği, üzeri çok ince yollarla örtülmeye çalışılan,  sanki açıyormuş gibi yapıp örtülmeye çalışılan travmalar. Yaraları onarılmayan, onarıyormuş gibi yapılıp onarılmayan, onarılmasının resmi olarak neredeyse engellendiği travmalar.  Diğer bir deyişle, işlenemeyen, geride bırakılamayan, açık bir yara gibi kalan travmalar. İçinde kaldığımız,  çıkamadığımız, etrafında dolanıp içine giremediğimiz, arafta kalmış, her anını zihnimizde ve bedenimizde tekrarladığımız travmalar. Giderek kişiliğimizi, kimliğimizi de yeniden şekillendiren travmalar. Yalnuızca paketlediğimiz,  içine gömüldüğümüz, ama kimseye söyleyemediğimiz gizli kalmış, açığa çıkmayı bekleyen bireysel travmalarımızdan söz etmiyorum.  Aşikâr,  göz önünde olan herkesin gördüğü,  ama görmemeye, hatta unutmaya çalıştığı, unutturulmaya çalışılan kitlesel travmalarımızdan söz ediyorum. Toplumsal belleğimizi kaplamış travmalardan.  Ne zaman Sivas’la, Sivas katliamı ile 1993 ile ilgili bir şey sorulsa aklımdan ilk bunlar geçer. Bunlarla düşünmeye başlarım

Genç bir hekimken tanığı olduğum bu travma benim de hayatımı şekillendirmiştir. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözünün belki de kendini en çok kanıtladığı deneyimlerden biridir benim için. Geçmişim ve geleceğin arasındaki akışın, döngünün üzerine yeniden düşürmeyi insana zorunlu kılan deneyimlerden biri. Ne yazık ki bu deneyimle kalmadık, kalamadık… Daha bir sürü travmanın mağduru, tanığı,  izleyeni,  araştıranı, yaralarını teşhs edeni, onaranı, toplumsal belleğimizdeki bu yaraların onarılması için neler yapılacağını düşüneni olduk. Roboski katliamı, Suruç Katliamı, dün mahkemesi görülen 10 Ekim gar katliamı… Daha bir sürü…

Avrupa Alevi Dernekleri Federasyonından, Madımak Hafıza Merkezi’nden bu söyleşi için arandığımda yaşadıklarım bir kez daha gözümün önünden geçti. Aslında tanıklığımla örselenmiş biri olarak kendimin bu travmayı nasıl işlediğini nasıl anlamlandırdığımı çok izlememiştim. Daha çok bir mesleki refleksle, politik bir duyarlılıkla bağlantılı olarak başka insanların, mağdurların, tanıklarının maruz kalanların yakınlarının, ailelerinin, toplumun üzerindeki etkilerini merak etmiş, onlarla ilgili hep kafaya yormuştum. Kendi yaşadıklarımla ilgilenmemiştim. Bu söyleşi talebi geldiğinde kendi yaşadıklarım üzerine yeniden düşünmeye başladım. Parça parça bir kez daha canlandı zihnimde deneyimlediğim anlar. Öncesi,  sonrası, bir zaman sırası olmadan, birbirine karışarak geldi.  Belgesel çekimine gittiğimde, -ki çok uzun süren, son derece iyi planlanmış, kurgulanmış çok yetkin insanların çerçevesini çizdiği, eyleme döktüğü başarılı bir çalışma idi- aslında kendi travmamı orada yeniden fark ettiğimi gördüm. Anımsarken. Çekime kızımla gitmiştim. O doğmadan 4 yıl önce yaşanmıştı tüm bunlar. Benim tanıklığımı biliyordu, ama ilk kez benim yaşadıklarıma o da orada tanık oldu. Bir tarih bilgisi olarak belleğinde olan bir katliamın etkilerini en sahici haliyle en yakının üzerinde gördü. Onunla da ilişkimizi değiştiren,  diyalogumuzu şekillendiren bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Benim için de, onun için de.

Bu söyleşiyi yaparken benim de yarım kalan onarılmamış bir travmamın anlamlandırma sürecini orada tamamladığımı, boşlukları orada da doldurmaya devam ettiğimi söyleyebilirim. Evet, katliamdan sonra çok etkinlik yapıldı, çokça üzerine konuşuldu, yazıldı, çizildi. Ben de birçok toplantıya katılıp neler olduğunu, neden olduğunu, sonuçlarının olduğunu, nelerin bittiğini, nelerin bitmediğini, neden bitmediğini, bitemediğin kendimce anlatmaya tartışmaya, bir nedensellik bağı kurmaya çalıştım. Ama burada farklı bir şey vardı, bu belgesel çekimine geldiğim ve başladığım anda başka bir şey oldu. Kendimle baş başa kaldığım, zihnimden geçenleri toparladığım, derlediğim,  bazı şeylerin belki de orada ilk kez vardığım bir süreç gibiydi. Yalnızca yaşadıklarımı anlatmanın ötesinde bir şeydi. Yalnızca tanıklığımı belgelemek değil, onlarla yeniden karşılaşmak, yeniden yüzleşmek, yeniden üzerine düşünmek eylemiydi.  Anılar, imgeler, söylenenler, söylenmeyenler, reaksiyonlar, veriler, bilimsel çalışmalar, bir sürü bir sürü… Bunlarla ilgili bütün döngüler arasında kalmak “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ifadesini yeniden gerçek kıldı.  Yaşadığımız travmayı, tanıklığı anlatmak,  toplumsal belleğimizde tutmaya çalışmak, yeniden o süreci hatırlamak bu edimden sonra da “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten bir etki yaratıyor açıkçası. Anlattıktan sonra da artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Bundan sonra farkındalığım arttı, bir bilinç değişikliği yaşadım diyebilirim. Katliamlar,  travmalar,  toplumsal bellek,  siyaset,  sosyoloji,  sanat, psikiyatri ve daha bir sürü şeyin üzerine daha fazla düşünmeye başladım.  Halen adı konulamayan, nasıl adlandırılacağımıza karar veremediğimiz bu deneyimin üzerine yeniden düşünmeye başladım. Hadise mi, olay mı, felaket mi ya da fecaat demeli. Bir insanlık suçu mu?

Pogrom sözcüğü ile Orhan Gazi Ertekin’in babamın ölüm yıldönümü anmasında yaptığı bir konuşma sonrası söyleşirken yeniden karşılaştım. Belki de kendi toplumsal belleğindeki travmayı onarmak için çıktığı yolculukta kaleme aldığı Maraş katliamı ile kitabını okurken bu kavrama yeniden yaklaştım. Katliam mı yoksa Pogrom  mu demeli? İkisini örtüştüren ve ayrıştıran neler? Hangisini kullanmak bu yaşananları daha iyi anlatır, anlamlandırmaya, kavramlaştırmaya yardım eder? Bu soruların ve yanıtlarının çok önemli olduğunu fark etmiş ve üzerine düşünmeye başlamıştım. Çünkü bir travmayı işlemenin ve anlamlandırmanın yolu önce adını koymakla başlar. Söyleşi teklifi geldiğinde de bu sürecin bir parçası olduğumu, yeniden bunların üzerine düşündüğümü fark ettim. Bir anlamda yeniden bir bilinç kazanma,  bir farkındalık olanağı verdiğini söyleyebilirim bana.

Halen izleyemedim belgeseli. 29 Haziran’daki Türkiye’deki son gösterimlerden biri olan İstanbul programında izleyebileceğim. 2 Temmuz. Yıl dönümü yaklaşıyor. Üzerinden 31 yıl geçtiğini gösteren yeni bir tarihsel dönüm noktasına varıyoruz. Unutturulmaya çalışılan. Çok merak ediyorum. Tanıklığımın anlatısıyla yeniden karşılaştığımda bana neler olacağını çok merak ediyorum. Belki bu yeni karşılaşmam da bazı şeylerin farkına yeniden varmama, düşünmeme, eyleme geçmeme yol açacak. “Çok Kötü Bir Şey Oldu” belgeseliyle, katliamın öncesini ve sonrasını derinliğine sorgulayan araştıran bu belgesel ile karşılaştığımda da “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” belki…

Paylaş

spot_img

İlginizi çekebilir

Bunlara baktınız mı?
Benzer Başlıklar

Haldun Açıksözlü: 2 Temmuz 1993’den Bugüne Kalanlar; “Çok Kötü Bir Şey Oldu”

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 287. sayısında yayınlanmıştır. Kanayan bir...

Ayşe Gürocak: Tarihe not düşüldü

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 287. sayısında yayınlanmıştır. Madımak deyince...

Cevat Üstün: Madımak Hafıza Merkezi Sözlü Tarih Görüşmesi: Ne Hissettim, Tanıklığı Anlatmak Nasıldı?

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 287. sayısında yayınlanmıştır. Madımak Hafıza...

Ozan Çavdar: Madımak Katliamı Hafıza Merkezi Sözlü Tarih Çalışmaları

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 287. sayısında yayınlanmıştır. AABK’nun Madımak’ın...

Alevilerin Sesi dergisine abone olmak ister misiniz?