Bu röportaj Alevilerin Sesi dergisinin 290. sayısında yayınlanmıştır.
Röportajı Yapan Seyit Sönmez
Konuşmacı: Mediha Güzelgün, Maraş Katliamı’nı mağdur kadınların gözüyle anlatan “Üçüncü Gubet” Filminin Yönetmeni.
Maraş Katliamı’ndan 46 yıl sonra sadece kadınların travmaları üzerine Altın Koza Film Festivali gibi birçok festivalde kendine yer bulan bir belgesel film yaptınız. Bildiğim kadarıyla asıl mesleğiniz bu değil. Kendinizi tanıtır mısınız? Ne amaçla yaptınız bu belgeseli? Böyle bir ağır yükün altına sizi sokan neydi?
Merhabalar, ben Mediha Güzelgün, 1991 Maraş doğumluyum. 98 yılına kadar Yörükselim mahallesinde yaşadık. Daha sonrasında Mersin’e göç ettik. 2015 yılından beri Mardin’de öğretmenlik yapıyorum aynı zamanda sinema ile ilgileniyorum. Çocukluğumda bu katliamın anlatılarıyla büyüdüm. Annemler, arkadaşlarıyla, komşularıyla sohbet ederken konu bir şekilde hep bu katliama gelirdi ve” bir kamera olsa da bizi çekse” derlerdi bunu o zamandan görev bildim sanırım. Diyarbakır Sanat Merkezi’nin Şehre dair anlatılarının olduğu bir projeye katıldım o zamanda Maraş Katliamı’nın belgeseli yapmak istemiştim ama bu çalışma o projeyi aşacak bir çalışma ve araştırma gerektiriyordu orda ilk kısa filmimi yaptım. Ardından bu belgesel için çalışmaya başladım. Çoğu aile çevremden ve komşularımız olan kadınlardan başladım görüşmelere sonrasında sizlerin ve Erenler Cemevi başkanı Müslüm İbili sayesinde diğer kadınlara da ulaştım. Gerçekten ağır bir yük ve bu yükü anlatma ve unutturmama isteğimin yanında diğer motivasyonum kendi tedirginliklerim, kaygılarım, rüyalarımdı. Anlatırsak yükümüz hafifler belki diye, bilemiyorum.
Bir konuşmanızda “en çok acı çekenler daha uzağa gidenler olmuş” demişsiniz. Bu görüşmeleri yapmadan önce böyle bir gerçekliğin farkında mıydınız? Bunun nedeni ne olabilir? Nasıl olurda Maraş’ta katliamı yaşamış ve katliam, mekânında kalmış, failler ya da ardıllarıyla bir arada yaşamış birileri, benzer şeyleri yaşamış ama uzağa gitmiş birisinden daha iyi görünebilir? Bu çok ilginç değil mi? Bunun nedenleri ile ilgili bir şeylere ulaşabildiniz mi? Katliam mekanını terketmemek orada kalanları daha güçlü kılmış olabilir mi? Ya da tam tersi, temeli korku olan müthiş bir bilinç baskılaması olabilir mi? Yine bununla bağlantılı olabilir mi mi bilemiyorum ama filmden gözlemlediğim bir gerçeklik te şuydu: Maraş’ta yaptığınız görüşmelerde, tanıklar “Kahramanmaraş, olay” gibi sözcükleri kullanıyordu. Oysa uzaktakiler “Kahraman “demiyordu Maraş’a. Yine siz de “Kahramanmaraşlıyım”sözcüğünü tercih ediyorsunuz. Bu bağlamda neler söylemek istersiniz?
Görüşmeleri yapmadan önce farkında değildim elbette aynı şey demans hastalıklarının Katliam tanıklarında fazla olduğu gerçeğini de fark ettiğim gibi. Bu durumu da ilk fark edişim şöyle oldu; kadınlarla ön görüşmelerde, telefon konuşmalarında veya yüz yüze görüştüğümde belgeselin içeriğine dair bilgi verip röportaj için izin istediğimde yurtiçinde kalanlar daha cesur ve istekliydiler ama yurtdışındaki kadınlara ulaşmak fiziki olarak zorluğun yanında konuşma konusunda isteksiz ve tedirginlerdi. “Biz Türkiye’ye gelip gidiyoruz bir sıkıntı olmasın, havaalanında durdurmasınlar, çocuklarımız, torunlarımız var onların geleceği vb.” endişeler taşıyorlardı. Belki de haklı olarak yurtdışındaki çoğu kadınlarımızı ikna edemedim. Diğer bir söylemleri de “Bizim ciğerimiz yandı zaten ne konuşacağız ki? Gerek yok. Gel misafirimiz ol, kal ama ben hiç anlatmadım, konuşmadım.” Oldu. Post travmatik stres bozukluğunun üçüncü aşaması da buydu yani kişinin travma hakkında düşünmekten ya da travmayı hatırlatan herhangi bir şeyden kaçınması olan ‘hissizlik’ aşaması. Yurtdışında yaşayanlara dair psikolojik olarak bu durum söz konusu olabilir, unutmak için baskılama ve Türkiye’ ye dair büyük korkuları var haklı olarak. Maraş’ta kalanlarsa artık azınlık durumundalar bence asimilasyon, görünmez tehdit ile durumu kabulleniş ve ona uygun davranış biçimi geliştirmişlerdir. Asimilasyon politikalarından birisi de dille ilgili olandır o yüzden çok haklısınız. Dil, hiçbir şeyin yapamayacağı kadar bir şeyi haricileştirir.
Filmdeki hemşire kadın “kadınların çoğunun belden aşağısı açıktı, bağırayım mı haykırayım mı bilemedim.” Diyor. Şahsen 15 yıldır Katliam üzerine çalışıyorum. Böyle bir şey duymamıştım. Sizce katliamın anlatısı bitti mi? Yoksa anlatılmamış nice şeyler var mı?
Kesinlikle var. Bu konuda belgeseli yaparken çok zorlandım mesela her söylenen önemli, her konuşulanı almak istiyordum, hiçbir şeyi atlamak istemiyordum ama bir sürede sınırlandırmam gerekti. Anlatılmamış diğer şeyleri Sünni kesimden de dinlemeliyiz, Katliamsanıklarını dinlemeliyiz, yaptıkları onların gözünde sıradan bir şey miydi mesela?
Bir kadın ev de 10 günlük kardeşini unuttuklarını, bir başka kadın 7 yaşında kardeşini unuttuklarından söz ediyor. Ve devamla “nasıl olur da bir anne yavrusunu unutabilir” diyor. Bundan dolayı bir suçluluk duygusu olduğu görülüyor. Bu çok derin ve belkide sıradan insan bakışıyla anlayamayacağımız hisler. Bu zamana kadar bu yönüyle mağdurlara yapılmış profosyonel bir yardım var mı? Yoksa yapılanlar sadece katliamı hatırlamaktan öteye gitmiyor mu?
Bir anda baskına uğruyorlar ve şok halinde o an hissiz oluyorlar uygun duygusal tepki ve davranış gösteremedikleri için daha sonrasında kendilerini suçluyorlar doğay olarak. Bu bahsettiğiniz hissin yanında yıkıma ve şiddete tanık olma, yerinden edilme, göç süreci, yeni yere alışma, damgalanma, dışlanma, aileyi, cemi, maddi olanakları kaybetme, güçsüzleştirme, yoksulluk vb. olumsuzlukları yaşıyorlar. Bu görünenden de ağır. Bu konuda herhangi bir devlet kurumunun, STK’ların veya yerel yönetimlerin böyle bir destek verdikleri çalışma yaptıklarını duymadım. Sadece kanalların, gazetecilerin araştırma ve haberleri için mahalleye geldiklerini biliyoruz. Görüştüğüm yirmi kadından sadece bir tanesi profesyonel destek almış kendi imkanlarıyla. Bu yönde bir destek olarak sadece Alevilerin kendi içlerinde ki toplumsal destekten bahsedebiliriz çünkü bu bağ hem aidiyet hissini hem de güvenlik hissini arttırıyor dolayısıyla iyileşme, güçlenme sürecine katkıda bulnuyor. Ayrıca dini bağlarda etkili olmuştur onun dışında profesyonel destek almamışlardır.
Bazı kadınlar “siz ölmediniz mi?” diye soran komşularından öfkeyle söz ederken kendilerini kurtaran komşularından da söz ediyor. Bende yapmış olduğum görüşmelerde ve çalışmalarda bu duruma çok şahit oldum. Üstelik bunu anlatanların bu anı anlatırken mutlu olduklarını hissettim. Siz nasıl gözlemlediniz? Komşularının yardımlarını anlatırken o an için iyi görünüyorlar mıydı?
Evet iyi hissediyorlardı hatta onlar için dua edende oldu hala onlarla görüştüklerini de söyleyende oldu. Asya ablanın da dediği gibi her şekilde her yerde iyi insanda doludur.
Elbette katliamlar herkeste aynı duyguyu bırakmıyor. İngiltere’de yaşayan benim de yakından tanıdığım Elif Abla (Elif Tabak) öldükten sonra nereye gömüleceği ile ilgili “cenazelerimizin o topraklara gitmemesi tam da onların istediği şey” derken Maraş’ta yaşayan bir başka kadın “imkanım olsa kalmam Maraş’ta” diyor. Bir başka kadın ise “yaşatmadıkları bir ülke nasıl senin ülken olabilir” diyor. Bu kadar farklı hislerle ilgili söyleyeceğiniz birşeyler var mı?
Elif abla tarihsel ve ideolojik olarak çok doğru yere temas ediyor. “Bu Katliam anlatılmalıydı ve tarihte ki yerini almalı” diyor yaşananlar ve yaşayanlar yok olmaması için yapılması gerekenler aslında bu ama aynı zamanda kendisi de 30 yıl sonra ancak katliamın anmalarına ve mahalleye gidebiliyor. Epeyi bir süre köyüne giderken yol ayrımında tabelalardan dönüpte Maraş’a bile bakamıyor. Aslında benzer hisler sevemiyoruz Maraş’ı bir türlü ama bağımız var ve insan eninde sonunda köküne dönmek istiyor.
Son olarak naçizane bir eleştiri ile şu soruyu sormuş olayım, mağdurlara “affedebilir misiniz” diye soruyorsunuz? Ve tamamının cevabı keskin birer hayır oluyor. “Özür ve bağışlama süreci bir dönüşüm beklentisini içerir bağışlanma bir katliamın unutulması onun faillerinin suçluluktan kurtulması değil özür dileyenin dönüşmesi beklentisi ile bağlantılıdır.” Der Feryal Saygılıgil Affetmenin Politikası isimli kitabında. Yine aynı kitapdan alıntıyla Derrida “bağışlamaya bir anlam ve varlık sebebi verecek tek şey suçlunun ıstırabı ve terk edilmişliğidir suçlu ekonomik mucize ile Yağ bağlamış semirmiş zenginleşmiş olduğunda bağışlama meşum bir Şakadır.” Der. Sivas’ın Maraş’ın faillerinin ödüllendirildiği, en önde gelenlerinin aynı sözcüklerdeki gibi semirerek zenginleştiği ve siyaseten iyi yerlere geldiği ülkede “affetme” sorusunu sormak biraz erken ve mağdurlara karşı haksız bir soru olmamış mı?
Affetme sorusunu sorarken aslında yukarda bahsettiğim profesyonel destek, maddi manevi tanzim veya suçluları adalete teslim, toplumsal kabul gibi yapılması gerekenlerin yapılmadığını göstermeyi amaçladım. Birini veya bir şeyi affetmek için en başta özür dilenmesi gerek bunlar olmadı o yüzden de affedilmiyor. “Niye affedelim?” diyor Sevgili abla hem gerçekten de affetmek için bir sebebimiz yok. Saygılıgil’in dediği gibi bir dönüşüm bile göremedik bunca zamandır. Affetmekle ilgili çok fazla karşıt görüş var ama affetmek sadece kabalığa, kötülüğe, göz yummak değildir. Zarar vereni hayatımıza almak, yaptıklarına bahane bulmak, yaptıklarını meşrulaştırmak veya unutmak değildir. Ona tekrar güvenmek hatta onunla uzlaşmak hiç değildir. Affetmediğimiz de ise mağdur, edilgen, kurban durumunda kalıyoruz. Bu tamamen bireysel ve psikolojik bir şey, affettiğimizde iyileşme süreci hızlanıyor ama bir katliamı affetmek ihanet gibi olur. Tam da böyle düşünerek belgeselimde Paul Boese’nin bir sözünü kullandım. “Affetmek geçmişi değiştirmez ama geleceğimizi genişletir.” Toplumsa ilişkilere, kodlara, yeniden yapılanmaya dair bilgi ve acı bir deneyim sahibiyiz.