Pazartesi, Şubat 10, 2025

Seyit Sönmez: Failler ve Fail Kalıntıları, İyiler ve Hayaletleri

Date:

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 290. sayısında yayınlanmıştır.

“Bize mezar olmadıkça
Düşmana gülizar olmaz” derdik
Kak kokusu kemik çıtırtısıyla
Kime gülizar olacak ki
Bize mezar olursa Maraş.”

Nuh Ömer Çetinay

“Ede[1] Maraş katliamında kıyılan canların hüznünü ölene kadar yaşayacağım, bunu yapmak dindarlıksa değilim, bunu yapmak sünnilikse ve ben sünni değilim.

Ortak paydamız can taşımak. Gerisi teferruat.

İster planlayıcısı isterse de maşası olsun içinde yaşadığım anlayışın taraftarları suçludur bu katliamda. Gördüğüm budur. Görmediğim karanlık tarafı ise sanırım bu dünyada tam olarak öğrenemeyeceğiz.

Bunun hesabını da Allah soracaktır. Bundan şüphem yok.

Maraşlı olduğum ve kendini sünni kabul eden bir çevrede büyüdüğüm için Alevilere karşı ömrümün sonuna kadar kendimi mahçup hissedeceğim. Başınız sağolsun.”

Aralık 2020 

3o yıldır görmediğim sıradan bir okul arkadaşımdan gelen bu mesaj Maraş Katliamına dair hislerimi, yapmak istediklerimi büyük ölçüde etkiledi. Bu mesajdan sonra bir yönüyle de Maraşlılar (Alevi-Kürt-Sol görüşlü olmayan) ile görüşmenin ne kadar önemli olduğunu anladım.

Bu zamana kadar kayıp mezarlar, dava dosyasının devlet sırrı gerekçesiyle verilmemesi vs hukuksuzluklar üzerinden yaptığım mücadelenin ruhuma verdiği güç ve sonuç alamamış olmanın umutsuzluğun üstüne hafif bir garbiyeli [2]gibi esmişti.

Bir nevi katliamdan direkt sorumlu olmayan bir yurttaşın özrü bazı şeyleri göze alıp vermiş olduğum mücadeleden daha önemli ve iyileştirici etkisi olmuştu.

Bu şu anlama geliyordu; Maraş’ta tahmin etmediğimiz, vicdan muhasebesi yapan insanlar da vardı ve bizler; acıların, yaşananların anlatısının peşine düşerken işin bu kısmını düşünmemiştik, daha doğrusu buna sıra bile gelmemişti.

Sonrasında Maraş’ta yaşayan, sünni ve Türk olan bir şekilde katliam geçmişi ya da bilgisi olma ihtimali olan insanlarla görüşmeye başladım. Bunun sonucunda katliamda yargılanmış sanıklar da dahil olmak üzere çeşitli görüşmeler yaptım ve yapmaya devam ediyorum.

Tabi bu görüşmeleri yaparken katliama suskun kalarak dahil olan ya da eylemlerin içinde olan kimseleri muhatap almanın ne kadar riskli ve önemli olduğunun farkındayım, katliamlar üzerine, failler üzerine epey bir okuma yaptım, izledim, dinledim.

“Faili “meşrulaştırma” riskinin son derece farkındayım. Javier Cercas’ın Sahtekar[3] isimli kitabının önsözünde belirttiği çelişkilerin tamamını hissettim. Cercas; Nazi kamplarında kalıp sağ çıktığını, İspanya iç savaşında antifaşist olduğunu iddia ederek bir ömür boyu siyasi istikbal sağlayan Enric Marko isimli adamın bir sahtekâr olduğunu, anlattığı şeylerin yalan olduğunu bilerek onunla görüşmüştü.

“Onu anlamaya kalkışarak dolayısıyla onu affederek, insanoğlunun işlemiş olduğu en kötü cinayetin kurbanlarıyla alay eden bir adamın suç ortağı olmakla suçlanma korkusu olduğunu yazmış. Devamında Tzvetan Todrov’un kitabından şu alıntıyı yapmıştı:

“Onlar cellatlarını anlamaya kalkışmak zorunda değiller çünkü anlamak kısmen ve geçici olarak onlarla özdeşleşmek anlamına geliyor ve bu kendini yok edişe yol açabilir, ama diğerleri, bizler, kötüyü özellikle en kötüyü anlama çabasını ortaya koymaktan kaçınamayız, çünkü anlamak haklı çıkarmak değil, kötünün geri dönüşünü önleyecek donanımı sağlamaktır.” 

Bu durumun farkında olarak tespitlerine değer verdiğim, bir takım aydın, yazar ve gazeteci ile görüştüm, bir kısmı pişmanlık belirtisi olmayan kimseler görüşmenin onları meşrulaştırma riski taşıdığını bir kısmı ise hesap veren konumunda kalmalarını başarabildiğim ölçüde görüşmelerin zaruri olduğunu söyledi.

Yaşam bir roman değildi belki ama bazı romanların yaşamın içinden çıkmıştı. Soykırımın hemen sonrasındaki Almanya’yı anlatan bir roman da geçen şu cümleler beynimin orta yerindeydi.

“Hanna’nın hem anlamak hem de mahkûm etmek istiyordum, ama buna izin vermeyecek kadar korkunç bir suçtu bu. Onu anlamaya çalıştığım zaman gerektiği gibi mahkûm edemeyeceğim hissine kapılıyordum. Gerektiği gibi mahkûm ettiğim zamanda anlamaya hiç yer kalmıyordu. Ama Hanna’yı anlamak da istiyordum aynı zamanda. Onu anlamak Hanna’ya bir kez daha ihanet etmek demekti. Bu sorunun üstesinden gelemedim. Her iksini de başarmak istiyordum. Hem anlamak hem de mahkûm etmek. Ama ikisini de beceremedim.”   Bernhard Schlink-okuyucu

Kişisel ve toplumsal olarak birçok riski barındıran bu süreci göze alarak yapmış olduğum görüşmelerin ufak bir özetini bu yazıyla ilk defa kamuya sunuyorum. Uzun yıllardır araştırdığım bu mesele birçok yönüyle halen bir labaratuar işlevi görüyor. Ve sadece katlimanın anlatısı üzerine bir yoğunlaşma olduğu için eksik kısımları araştırmak ve haikate ulaşmak tek başına kimsenin haddi ve kabiliyeti kapsamında değil. Öznel konumum (Maraş’ta büyümem, hala Maraş’ı memleket bilmem, ilk okuldan liseye kadar  bir çok arkadaşımla iletişimde olmam)gereği bir çok noktaya temas etme imkanımın olması nedeniyle anlatıklarımın hem mağdur hem failller odaklı olması biraz karışık bir sonucun ortaya çıkmasına neden olmuş olabilir. Bu durumun farkında olduğumu belirtmek isterim.

Aşağıda, hiç temas kuramadığımız, belkide önyargılı baktığımız, ömrünü 5 vakit namaz ile defalarca gittiği hac ibadeti ile sürdüren, Chp dışında (Halkçı Ecevit) bir partiye oy vermemiş Maraşıları da göreceğiz, “merak etmeyin bugün bu olaylar bir daha olmaz izin vermeyiz” diye görüş bildiren üsttenci fail kalıntılarına da görceğiz.

Katliam zamanında 16 yaşında olan ve olayların merkezinde bulunan (dosyada sanık değil, kendi anlatıma göre) bir ÜGD üyesi (Ülkücü Gençlik Derneği) “katliam” kelimesinden nefret ettiğini, duyunca cinlerinin tepesine çıktığını, çünkü Maraşlıları toptan katliamcı gösterdiğini, Alevilere karşı bir katliamın yapılmadığını, sünnilerin de katledildiği,  o gece ana haberlerde Ecevit’in olayların bir “jenosid” olduğunu söylediğini, baş sorumlunun Ecevit olduğunu jenosid’in ne olduğunu bile yıllar sonra öğrendiğini ifade ediyor. Görüşme o kadar gergin geçiyor ki “Neden Aleviler öldürüldü diye sorabiliyorum. “Katledildiler “diye bile soramıyorum.

Maraş Katliamı davasında birkısım sanığın savunmasını yapmış bir avukatın meseleye yaklaşımı en vahimiydi. 80 yaşını geçmiş olan bu kişi inanılmaz bir şekilde inkâr ediyordu yaşananları. Bu durum kendince yaşananlarda solcuları da sorumlu tutan yaklaşımdan daha kötü hissettirdi bana.

Şöyle diyordu mesela: “C. tesi 11.00’e de valiliğin önünde silah sesi duyduk, o ana kadar Maraş’ta hiçbir sorun, olay olmamıştı,” hatta katliam diye haber yaptığı için TRT’ye kızdığını söylüyor.

Birçok şeyi ilk defa benden duyduğunu söyledi, Ulucami’deki olayları duymamış bile, “biz avukatız dava dosyasında birçok belge var diyorum” şaşkınlıkla, “iddianamenin hikâye kısmını okumadım inanın.” Diyor.

Nasıl savunma yaptınız diye soruyorum. Maraş’ın topyekûn suçlanmaması üzerine savunma yapmışlar, dış güçlerin işi diyor, öldürülenler olduğuna inanmıyorum diyor hatta yalan diyor.

Dosyada var dediğimde bile kabul etmiyor.

Tartışmasız herkesin bildiği cenaze olaylarını soruyorum.

“Cenaze olayı da yalan sonradan duydum yemin ederim.” Diye cevaplıyor.

Ne oldu o dönemde diye soranlara “iki tarafın terbiyesizleri “derim avukat olarak diyor.

“Ne yapılmalı ki bunlar yaşanmasın?” diyorum. “Ben kimseye bir ayrımcılık yapmadım, hatta beni çok merhametli olmakla suçlarlardı diyor, herkes istediğini yapsın. Zaten bir arada yaşıyoruz birşey yapmaya gerek yok diye cevaplıyor.

Bu denli bir inkâr ile karşılacağım aklıma gelmezdi.

Gelecek dair bu umut kırıcı cümlelerin yanısıra çok anlamlı, umut verici konuşanlar da oldu.

Büyük bir önyargıyla görüşmeye gittiğim muhafazakâr görüşlü bir görüşmeciye “Aynı şeyler bugün olur mu? Aynı cehalet bugün geçerli değil mi ? Bugün 16-17 yaşındaki çocuk aynısını yapmaz mı? diye sorduğumda,

“Olmaz, toplum olarak hepimiz bilinçlendik, kışkırtmalara bazı cahil halk kesimi alet oldu. Nitekim Şimdi de Suriyeliler üzerinden halkı kışkırtmaya çalışanlar var. (ameliyat yarasını gösteriyor, kaşırsan kolay iyileşmez diyor.) Bu cevap tam tersi “cehalet” örtüsüyle sorumluluktan kaçmaya yarıyor diye yorumlanabilinir ise de bir başka tanığın “Tunceli’den gelip Maraş’ı kurtarılmış bölge ilan edersen, milleti tehdit edersen karşılığını görürsün.” şeklindeki korkunç düşüncelerin varlığı karşısında   olumlu olduğunu düşünüyorum.

30 lu yaşlarda dedesinin olayların merkezinde olarak yargılandığı ve insan öldürmeden ceza aldığı bir gençle görüştüm. Dedesinin rolünü bilmiyordu. Tek bildiği olaylarda dedesinin boş yere yargılanmış olduğuydu. “Hiç Kimseyle özel olarak Maraş olaylarını konuşmadık, allah  var bu da bizim eksikliğimiz. Dedemi de ilk defa senden duydum, soracağım.” şeklinde cevapladı. (dedesiyle konuşup konuşmadığını bilmiyorum)

Yine Maraş’ın yerlisi olan bir 60 lı yaşlarda bir kadın şunları paylaştı.

“Babam geldi koşarak “Müslüman bildiklerim gavurmuş” kara öğretmenin evini yakmışlar dedi.” devamla “Gördük, ama bir şey diyemedik, komşularda çıkmadı dışarı, anca ağladık, bağırmadık bile.” diye anlatıyor ağlamaklı olarak, o günden sonra alevileri öldüren komşularıyla hiç görüşmemişler.

40 lı yaşlarda erkek bir görüşmeci ise Annesinin yaylada geceleri anlattığı   hikayeler ile alevilerin varlığından haberdar olduğunu, annesinin, alevilerin pis koktuğunu banyo yapmadığını, yiyeceklerinin helal olmadığını, çirkin olduklarını ensest ilişkiye girdiklerini, mum söndü oynadıklarını canavarımsı bir varlık gibi göründüklerini söylediği anlatıyor. Devamında kendisini doğuran annesinden sitemle söz edip “Böyle mitler kurar insanlar diyor, yok etmek istediği şeylerin insansı özelliğini yok ederler, ya da yok ettiklerinin insanlıktan çıkarırlar.”

Bir kısmını paylaşmış olduğum bu görüşmelerden vardığım sonuç: Fail hayaletlerinin hala dirilmek için ortalıkta fırsat kolladığı bir gerçeklik olduğu gibi, katliamı engellemek için çabalayanların olduğu ve bugüne kadar bu yönüyle onların hakkı verilmediği ayrıca katliama suskun kalarak ortak olanların vicdan muhasebesi yapabilecek bir ortamın olması için maalesef ahlaken ya da siyaseten bunu kabul etmek zor olsa da bizim çaba göstermemiz gerektiği gerçeğine ulaşmış olmamdır.

Psikiyatrist Cemal Dindar’ın bu saydaki yazısında “Meyrik” isimli ağıt ile ilgili yapmış olduğu

“Özellikle ikinci ağıtı merkezine alan kutuplaşma, yani Maraş Katliamı’nda rol almış milliyetçi-dinci gruba ait olan anlatının bu ağıdı Maraş’ın Fransız işgali dönemine sabitlemesi ve katliam kurbanlarına yakınlık hisseden ve yas içinde olan grubun ise ağıdı katliamın acısına bağlaması, sonrasında her iki grubun içinde bulunduğu grup ruhsallığını da iyi ifade ediyor. Birinci grup inkâr ve eylemini haklılaştırma tepkisi ile eylemin insanlıkdışı yükünü bastırırken, kurbanlar ve onlara yakın hissedenler ‘yas-içinde’ bir yaşamı sürdürüyorlar.”

Şu tespitler bir nevi doğrulanmış oluyordu. Katliamı haklı çıkarmaya çalışan fail kalıntılarının ruh hali aynı Dindar’ın dediği bir ruhsallık halini barındırıyordu. Aynı şekilde yukarıda yazdığım “anca ağladık, bağırmadık bile.” diye ağlamaklı anlatan görüşmecinin, yas halini ve suçluluk duygusunu çok net gözlemledim.

Bundan sonrası için yine Dindar’ın şu tespitine atıf yaprak sonlandırmak istiyorum.

“Bastırılanların benzer şiddet karnavalları yaratmaması için bastırılmadığını göstermek, bu özgüveni taşıyan bir halk olmak gerekiyor. Konuşulamayanı konuşmak, tarihte olmuş ama hala bitmemiş olanları, acıları yarıştırmadan hatırlamak, kavramsallaştırmak, sembolleştirmek ve yeni bir toplum sözleşmelerini bu kabullerin farkına vararak yapmak. İyileşmek, bu toprakların hayali kapasitesinin gerçekleşmesi için gerekli ön koşul.

Yeni kuşakların hatırlama cesareti göstereceklerini umalım.”

[1] Maraş yöresinde kardeş anlamına gelen ifade biçimi.

[2] Maraş yöresinde Yaz mevsiminde esen serinletici bir rüzgâr.

[3] Javier Cercas, Sahtekar, D&R Kitap

Paylaş

spot_img

İlginizi çekebilir

Bunlara baktınız mı?
Benzer Başlıklar

Orhan Gazi Ertekin: Aleviler ve Suriye’de anayasacılık: Kurban olmak ile Fenikecilik arasında

Orhan Gazi Ertekin: Aleviler ve Suriye’de anayasacılık: Kurban olmak...

Seyit Sönmez-Orhan Gazi Ertekin: Hepimizin Konustugu, Pek Azimizin Bildigi

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 290. sayısında yayınlanmıştır. MARAŞ KATLİAMI:...

Hasim Arslan: Munzura Atılan Taşlar

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 290. sayısında yayınlanmıştır. Aslında anlatmaya...

Yönetmen Mediha Güzelgün ile Röportaj “Niye Affedelim?”

Bu röportaj Alevilerin Sesi dergisinin 290. sayısında yayınlanmıştır. Röportajı Yapan...

Alevilerin Sesi dergisine abone olmak ister misiniz?