Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 290. sayısında yayınlanmıştır.
Suna Hanım ilk iş olarak, bahçe duvarlarını yükseltti. Göğe hoyratça yükselen kavak ağaçlarını kestirip onların yerine salkım söğütler ekti. Kasabalının tüm itirazlarına rağmen kesilmişti kavak ağaçları. Ve bahçenin ortasında açılan derin kuyuya da anlam veremedi kasabalılar. Yüksek duvarlar, salkım söğütler ve kuyu ile tamamladığı fiziki evreninde dört çocuğuyla “yabancılardan” arınmış, toplumun yasalarına uzak ve “kirlenmeden” yaşayabileceği bir hayat kurmuştu Suna Hanım. “Dışarı”dan içeriye girebilen tek kişi olan baba, yabancı değilse de “başkası”ydı. Bir nesneden daha fazlası olamayan baba, doğuran ve büyüten bir anne, doğurulan ve anneye tapan çocuklar, yaşamı ve ölümü birlikte temsil eden salkım söğütler, nerede olduğunu kimsenin bilmediği gergedanların kaybolduğu sazlık, köprüler, hasır sandalye ve okurken en derin biçimde hissedilen boğucu bir kasaba mahrumiyeti…
Cem Kalender’in 2013 senesinde yayınladığı baba Sümer Bey, anne Suna Hanım ve dört çocuğunun grotesk hikayesi Kayıp Gergedanlar, vahşetin her türünün sıradanlaştığı Maraş Katliamında tüm ailesi gözlerinin önünde türlü işkencelerle öldürülen küçük Suna’nın vahşetten önceki mutlu yaşamından, yetişkin olup iki ayrı ikiz çocuk dünyaya getirdiği otuzlu yaşlarının ortalarına uzanan bir hikâye. Yazar, geçmiş ile bugünü birlikte anlatmak üzere yazmaya henüz başladığında, Maraş’ta dört kardeşin hep birlikte intiharı haberiyle romanın da yazgısı değişmiş. İntihar eden dört genç insanın, dört kardeşin annelerine olan nevrotik bağlılıkları ve babaları Necdet Bey’in Maraş Katliamı direnişinin sembolü Yörükselim Mahallesinde doğup büyümüş olması hikâyenin farklı bir boyuta geçmesini sağlamış.
Necdet Bey ve kaybettiği eşi Neyran Hanım tam da seksenli yılların hemen öncesindeki o karanlık zamanlarda birbirlerine âşık olup Maraş’ta evlenmişler. Çiftin çocuklarının ruhunu zedeleyen şeyin, savaş, kıtlık, katliam zamanlarında doğan nesillerin, doğarken belleğine yerleşen ve ömürleri boyunca tesirinde kaldıkları travmalardan olduğunu tahmin etmek zor değil. İçine doğup büyüdükleri şehrin yaşam ve ölüme bu kadar yabancılaşmış ortamında son derece rahat ve kararlı biçimde ölüme gitmelerinin, soyundan geldikleri babalarının pek açık etmediği geçmişiyle bir bağı olduğu muhakkak. Romanda da her ne kadar katliamı yaşayan (bildiğimiz kadarıyla) Suna olsa da Sümer Bey’in zihin yolculuklarında peşine düştüğü gergedanları ararken yaşadığı Beckettvari maceralarla, varoluşsal bir arayış içindeki “baba”nın dünyası da okura açılıyor. Babanın arkaik rolüne geri dönmek üzere burada bırakıp Suna Hanım’ın hikayesine bakalım önce.
“Kızıl Saçlı Şeytan”ın Kızı
Suna, Gurgum’da doğar. Vahşetten önce güzelliğine ve bambaşka bir kültürden, Symrna’dan gelmesine rağmen, şehre sağladığı uyuma herkesin hayran olduğu annesi gibi kızıl saçlıdır. “Farklı” insanların birlikte ve huzurla yaşadığı, birbirlerine güç ve destek verdikleri, kardeşliğin ve barışın ilk öncelik olduğu kentte “değişim” Suna’nın yaşadığı mahallede de hissedilir. Mahallenin asla karışmayacağına inanan babası Selman Hoca son ana kadar bu fikrinde direnir. Yüzleri maskeli onlarca tanımadıkları erkek ve aynı mahallede birlikte yaşadıkları, Hoca’nın birkaç gün önce kahvehanede sohbet ettiği, muhtarlığın mührünü teslim ettiği, işyeri sahibi yaptığı komşuları, ellerinde meşale, bıçak, nacak, balta ve taşlarla evlerine saldırana kadar “en azından” kendilerine dokunmayacaklarına inanmaya devam etmektedir. “En azından”, çünkü Hoca’nın yeri bambaşkadır. Hoca kanaat önderidir. Mahalledeki tüm esnaf dükkanlarının sahipleri “onlar”dır ve bunu bizzat hoca belirlemiştir. İçlerinde en yoksul olan kimse onu iş güç sahibi yaparak kardeşliği güçlendirmiştir. Birkaç ay evvel muhtarlığı “diğer taraf”a yeniden vererek barışın bizzat teminatı olmuştur.
Saldırı için geldiklerinde evin bahçesine çıkıp “Derdiniz benimle, ne yapacaksanız bana yapın” dediğinde maskeli yabancıların gerisindeki komşularına seslenen Hoca, bir umut ailesini kurtarabileceğini düşünmüştür. Hoca’yı kurşunla, sopayla, taşla öldürüp parçalamak için elden ele dolaştıran kalabalık, içerde çocuk, genç, kadın, yaşlı kim varsa kafataslarını parçalayıp, bıçaklarla, sopalarla döverek öldürmüş Hoca’nın kardeşi Halil’in hamile eşini balta ile doğurtmuştur. Hoca’nın eşini gördüklerinde “kızıl saçlı şeytanı tutun” diyerek saldırıp öldürdüklerinde Suna son kez kapanıp üzerinde ağlamıştır annesinin. Kargaşada mutfak dolabındaki tüpün arkasına saklanıp saatler sonra gece yarısı olduğunda, bir ölüm tarlasına dönmüş evden, cesetlerin üzerinden yürüyerek sokağın ayazına çıkıp “kurtulmuş”tur.
Hemen söyleyelim, bugünden bakınca Hoca’nın saflığına hayret edilebilir, ama hangimiz bu kadar emek verdiğimiz komşuluğun, dükkân açtığımız bakkalın deposuna mühimmat yığılarak, camlarımız kırılarak içeri atılan meşalelerle yok edileceğine hemen ikna olabiliriz ki? “Bizim mahallede karışıklık olmaz” inancını duyan Avukat Ali Rıza’nın “başka mahallede olanları umursamamak” suçlaması dahi Hoca’nın içindeki umudu yok etmemiştir. Suna’nın babası Selman Hoca, kapısına yığılan maskeli yabancıları gördüğünde bile komşularına seslenerek bu umudunu kaybetmek istememiştir. Bu kör reddedişin kaynağındaki umut ve inanç, okuyucuyu bile kurguya sığınmaya davet edecek kadar büyüktür ve Hoca bu umuda sığınarak beklemiştir vahşeti.
Yazarın katliamla ilk ilişkisi çocukluğunda evde bulduğu iddianameyi okumasıyla başlar. Oysaki ne iddianamede geçen ne de dilden dile aktarılan hiçbir hikâyenin, vahşetin “gerçekliğini” yeterince anlatamadığının farkındadır. O nedenle “gerçekler kurgudan daha acımasız” diyerek Suna’nın ailesinin kelimenin gerçek anlamıyla paramparça edilişini, okuyucuya “böyle bir vahşetin yaşanması imkânsız, kurgusal bir abartı olmalı” dedirten detaylarla anlatır. İlk bölümlerde yetişkin bir anne olarak tanıdığımızda hayret veren “yabancı nefreti”ni böylece anladığımız on iki yaşındaki Suna’nın evden çıkarken hiç ağlamamasına ve kaybettiği duyularının soğukluğuyla “hepsini öldürdüler” diyebilmesine bu detaylar sayesinde hazırlanır okuyucu.
Kuyu ve Salkım Söğütler
Suna’nın bahçede açtırdığı kuyu “onun karanlık izbelerinden bilincine doğru büyüyüp gelen yaralarına merhem” olan tek güvenli yerdir. Kuyunun çağrıştırdığı ana rahmi “başkalarından” arınmış yalnızlığıyla güveni, sıcağı da soğuğu da emen duvarları sayesinde kendine has iklimiyle huzuru temsil eder. Bahçede yükselttiği duvarlarla yetinmeyip yerin altına, derinlere doğru inerek gizlenmeye çalıştığı, şifa bulduğu yegâne yerdir kuyu. Yabancı, başkası, öteki, farklı, sıcak, soğuk, ateş ve yasa gibi tehlikeli olan her şeyin yalıtıldığı bu mekân Suna kadar çocukları için de kurtuluşu, huzuru ve sonsuz güveni bulabildikleri bir yurt olmuştur. Baba Sümer Bey’in zihnindeki çıkmazın sebebi ise yaşamı ve ölümü aynı anda temsil eden kuyunun yarattığı tereddüttür. O nedenle bahçedeki kuyunun yanına pek yaklaşmaz Sümer Bey.
Suna’nın, eril bir hoyratlıkla göğü delercesine yükselen kavak ağaçlarına tahammül edemeyip kestirerek yerine ektiği salkım söğütler ise kadınlığı, doğurganlığı, doğanın dönüştürücü ve iyileştirici gücünü, geniş ve esnek dallarıyla dayanıklılığı simgeler. Gölgesinde sunduğu yaşam ve yeniden doğuş mitinin yanında Kelt arketipinde yas ve ölümle özdeşleştirilmiştir salkım söğütler. Suna’nın yaşadığı vahşetten sonra bitmeyen yasını ekip büyütüp, o yastan doğurduğu güçle hayatta kalışını, hayatta kalabilmesi için ihtiyacı olan güç ve metaneti ifade eder bu ağaçlar. Kurak kasabaya inat yemyeşil bir ormana çevirmeye çalıştığı bahçeyi donatan söğütler, bahçenin ortasındaki kuyu ve bahçeyi çevreleyen yüksek duvarlar Suna ve dört çocuğuna mahsus bir cennetin tasviri gibidir.
Baba, Suç ve Toplum
Sümer Bey’in zihninde çıkılan gezintiyle derinleşen romanın bu bölümlerinde, Suna’ya ve çocuklarına erişmek isteyen bir babanın hissettiği korku, güven, ölüm, yaşam, yabancı, aile, öteki, kendisi gibi çelişik kavramlar psikanalitik yöntemlerle aktarılmış. Bu bölümlerde Lacan’a yapılan açık göndermelere rağmen romanın bütünü bir Lacan eleştirisi niteliğinde. Lacan’ın Freud’u aşacak biçimde sertleştirdiği fallus merkezli yaklaşımının yerle bir edildiği, kadınlığın ve rahim, yaşam, doğurganlık gibi feminen unsurların şifacılığını en başından ortaya koyan romanda, erkekliğe özgü şiddet karşısında vahşete bulaşmayan kadın ve yaşamı kesildiği yerden yeşerten, büyüten ve koruyan dişiliği zihnimize kazıyan sayısız metaforu nasıl görmezden gelebiliriz ki…
Baba Sümer Bey’in sazlıkta aradığı gergedanlar, çoban, doğum yapan anne ve ormanda, kulübede, sazlıkta karşısına çıkan çocuklarla yaşadığı anlamsız diyaloglar derin bir sembolizmle aktarılmış ve her birinin temsil ettiği şey biraz da okuyucuya bırakılmış. Godot’yu bekleyen Vladimir’i hatırlatan Sümer Bey, Suna’ya, çocuklara, kendine ve gergedanlara ulaşmaya çalışırken gözümüzün önünde yavaş yavaş silinmektedir Belirsizliğin sınırında, zaman ve mekânın yok olduğu umutsuzluk döngülerinde tekrar tekrar yaşadığı “babanın yok ediliş” sahneleri, ilk suçu yani baba katlini ve bu suçun üzerine inşa edilen toplumu, yasayı ve huzursuzluğu ifşa eder. Tıpkı Maraş’ın “suç” üzerine kurulmuş bir şehir olması ve o suçun dolaylı mağdurlarının onlarca yıl sonra bile kaygılarını ölümle sıvaması gibi bir huzursuzluğu…
Romanda Maraş pogromunu yaşayanlarla, pogromun ahraz edilmiş dehşetine doğan nesillerin ortak travmalarını “sünni bir pervasızlıkla” kaleme alan yazar, yaptığı toplumsal psikanalizle vahşetin kesintisizliğini gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda vahşetin fallosentrik[1] kurguyla olan ilişkisinin perdesini aralayarak toplumsal şiddetin ve dolaylı olarak pogromun konuşulmayan yönlerini tartışmaya açmıştır. “Fallus’un, imtiyazları konusunda kıskanç bir tanrı gibi olan konumunu sorgulama[2]” görevini bize bırakan yazar kasabalının tüm itirazlarına rağmen kesilen kavak ağaçları ile başlatır bu sorgulamayı. Teklik ve tahakkümün yerine önerdiği çoğulluk ve akışkanlığı ise Suna’nın sınırsızca ileriye götürdüğü “yabancı nefreti” ile vurgulamaktadır. Peki, romanda gergedanlar kaybedilerek neyin arayışına çıkarılmıştır baba Sümer Bey? Bu soruya okur olmanın sorumsuzluğuyla yanıt vermeye çalışalım.
Gergedanlar
Eugène Ionesco’nun “Gergedan” isimli oyunu, insanların toplumsal normlara diğer bir deyişle “yasa”lara uyma eğilimlerini ve bu uyumun getirdiği kimlik kaybını şöyle eleştirir: gergedana dönüşen insanlar, topluma uyum sağlamayı aslında kendi benliklerinden vazgeçerek becerebilirler. Oyun, itaat ve tekilliğin hissettirmeden yol açtığı kitlesel dönüşümü, faşizmin yayılma hızını ve sıradan insanları nasıl kolayca etkisi altına aldığını, kitle psikolojisinin yok ettiği kimlikleri anlatan absürt ama çok tanıdık bir “gergedanlaşma” hikayesidir. Katliamdan birkaç hafta önce katledilenlerle aynı sofraya oturan, aynı bahçede çay içen, bayramlaşan, selamlaşan, kucaklaşan insanların bir anda “canavar bir katile” dönüşmesini “gergedanlaşmak”tan daha iyi anlatan ne olabilir? Maraş pogromunun failleri bir yana “suça bulaşmadığı” sanrısını yaşayan Maraşlıları temsil eden haysiyet kaybının temsilidir gergedanlar.
Ayrıca mitolojik anlatılardaki gergedan figürü, kontrol edilemeyen bir gücü veya yaklaşan bir tehlikeyi, insanlığın ortak korkularını ve hayatta kalma güdüsünü çağrıştıran bir arketip olarak kolektif bilinçaltının bir simgesidir. Katliamı yaşayan Suna’dır ama Suna ve dört çocuğu dışındaki “yabancılar” evrenine itilen Sümer Beyin hayatta kalmasının tek yoludur gergedanları bulmak. Aslında kendisi de aradığı şeyi bulduğunda kendi yok oluşunun başlayacağının farkındadır ama tıpkı kuyunun ifade ettiği gibi yaşam ve ölüm arasındaki çelişki, aradığı gergedanlar için yaşadığı tereddüt ile birebir aynıdır. Sümer Bey, “yabancı”ların dünyasında hayatta kalamayacağını en başından bilerek çıkmıştır bu arayışa ve gergedan olup hayatta kalmakla kendisi olup ölmek arasındaki serüvendir yaşadıkları.
Katliamı, kurguya sığdırabilmenin imkansızlığıyla yazılan roman, kesintisiz devam eden bir suçun tahlilini yapmaktadır: soruşturulmamış, dokunulmamış, gizlenmiş bir suçluluğun mağdurlara yüklendiği, saklandıkça genişleyen, baskılandıkça ferahlayan bir suçun. Var oluşu “baba katli”nin kefareti olan toplumun, yasalarla ve yasaklarla tasarladığı, kişiliksiz, itaat eden ve “ilk suçun” tekerrür etmesinin bir koşulu olarak gergedanlaşan insanların ortaklaşa işlediği, mağdurlarının “ölüler tarlasından geçerek kendi yaralarını sardığı” bir suçun.
Seda Alçıpınar
[1] Fallosentrik, psikanalizde dişilin özne olarak varoluş potansiyelini ortadan kaldıran anlayıştır.
[2] Luce Irigaray, “This Sex Which Is Not One” isimli kitabında Lacancı, fallus merkezli psikanalize getirdiği eleştiride söyler bunu. Devamında, ataerkil sistemin simgesi ve aracı olarak “baba”nın adını desteklemeye devam etmenin de sorgulanması gerektiğini vurgular.