Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 291. sayısında yayınlanmıştır.
Yaklaşan kimi özel günlerde, örneğin 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde beni yazmaya güdüleyen şey, o günün kadınlar için şimdi ,olduğu haliyle değil, nasıl olabileceği ile başlamam. “Kadınlar için her şey daha da kötüleşiyor” diyerek hayatımızdaki dost-düşman ikiliklerini, çelişkileri anımsamak değil, “ne yapabiliriz?” sorusu üzerine düşünmek daha cazip geliyor.
Yine de “ne yaşıyoruz?” sorusuyla kısa bir giriş yapmakta fayda var. Kapitalizmin aksiyomatiği ve devlet kodları kadınları bir yandan özel alanda tutmaya çalışıyor ve kadınların karma alanlarda kendilerini ifade etmelerini sınırlandırıyor.[1] Kadınların üçte ikisi hala isitihdamın dışında. Öte yandan iktidarların böl-yönet stratejileri, kutuplaştırmaları, kadınları, kadın örgütlerini bölüyor ve birbirinden uzaklaştırıyor. Oysa bu kodlamalara tabi olmamak için farklı cinsiyet ve cinsel yönelimler, sınıfsal ve etnik karşılaşmaları örmek ve bağlantılar kurmak yeni düşünme, yaratma ve yaşama yollarını birlikte oluşturmak gerekir. Bu bağlamda kadınların mücadelesi çok eksenli, çok cepheli ve sadece üretim ve yeniden üretim süreçlerini değil, yaşamın her alanını sermaye ile hesaplaşmayı mümkün kılacak çoklu bir nitelik taşıyacaktır. İşte 8 Mart Dünya kadınlar Günü, böyle bir çabayı miting ve tüm toplanma alanlarında ortaya koyuyor.
“Özel olan politiktir” sloganıyla kapitalizmin kurucu normlarından birisi olan özel alan/kamusal alan ikiliğini yıktığımızda ve kamusal alanın kapitalizmin çerçevesine sığmayacak bir biçimde yeniden kurulmasını düşündüğümüzde ve eylediğimizde, kadınların özgürlük hareketi yeni bir güç kazanacaktır.
“Biz hala bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz.” diyordu ya Spinoza. Doğada bir varlığa sahip olan tüm tekil varlıkların, varlığını sürdürmeye ve var olma direnci göstermeye hem güçleri hem de hakları vardır. Bu bağlamda Spinoza, insan da dâhil hiçbir varlık arasında hiyerarşik bir farklılıktan bahsedilemeyeceğini ekliyor. Birey, nerede yaşarsa yaşasın iktidar ilişkileri, güç ilişkileri içine doğar ve rastlantıların ve zorunlulukların kuşatması altındadır, ne var ki farkında olsun ya da olmasın kadınlar özgürlükleri için oluş gücünü ve hakkını zihninde ve bedeninde taşırlar.[2]
Artık kadınlar “aynı”nın yeniden üretildiği sahada değiller; aynılık kadını kapitalizmin ve ataerkil-muhafazakâr devlet yapılanmasının kuralları ve kodlarına uygun düşünmeye ve eylemeye çağırır. Oysa bir kadının nasıl yaşayabileceğini bilmiyoruz. Kadınlar yeniden üretim alanındaki engellerin farkındadır; temellendirici olanın toplumsal cinsiyet rollerinin zorladığı özdeşlik değil, (karşıtlığın analojinin ve benzerliğin değil) “fark” olduğunu anlamışlardır. Artık kadınlar, farkları olumlayan, böylece eyleme gücünü artıran, deneysel nitelikler taşıyan oluşun alanındadır.
Özdeşlik, tikel bir kimlikle özdeşleşip kalmak, bir toplumsal aidiyet biçimine sabitlenmek, öznellik üretiminin çoklu bağıntı ve temas alanlarına sırt dönmek ve mekânsal, zihinsel ve ilişkisel gettolar yaratmak demektir. Kapısı ve pencereleri kapalı bir yaşam sürdürmek anlamına geliyor özdeşlik, karşıtlarını da kolayca üretiyor. Deleuze’e göre[3] “yaşam”, bir “fark sürecidir.” Özdeşlik, kendi yaşamımızın etrafına çit örmektir. Zengin bir yaşam, kapalı ve kendine yoğunlaşan tarzları, kısaca aynılığı reddeder, karşılaşmalara, yeni sentezlere, karılmalara, kesişimlere açar kendisini, bu açık uçlu bir oluş sürecidir.
Kadın örgütlerinin ve tek tek kadınların, anti-kapitalist nitelikler taşıyan kimlik hareketleri ile doğru, ilerletici, geliştirici ve etkileşimci bir ilişki kurması oldukça önemlidir. Karşılaşmaların olmadığı toplumsal alanlar katılaşır, sabitleşir. Farklı nitelikler taşıyan bu alanların içinde çalışmak, karşılıklı gelişmek, ekonomik ve sosyal talepleri ortaklaştırmak, eleştirel diyaloğu süreklileştirmek gerekir. Yaşamı canlandıran şey, başkalık, somut çeşitlilik ve doğanın ve insanlığın rengarenkliğini anlamaktır. Farkların birbiri ile etkileşimi daha fazla fark üretimine yol açar.
Etkin ve olumlayıcı bir beden olarak yola çıkmak, Hannah Stark’a göre yeni düşünme, yaratma ve yaşama biçimleri oluşturmaktır.[4] Bir güce sahibiz, bu bir enerji! Bu enerjiyi/gücü nasıl kullanacağımızı yeniden düşünmek zorundayız. Ağırlığı talep temelli siyasete kaydırarak sömürenleri, tahakküm altına alanları, eşitsizliklerin kaynağı olanları ‘yaptıklarını yapmamaya çağırmak’ asıl işlevimiz olamaz. Baskının teşhiri için bunlar kısmen yapılabilir. Ne var ki ağırlığı, sahip olduğumuz enerjiyi/gücü kendimizi yeniden tanımlamak, var olan durumu değiştirmek ve şimdi ve buradayı, geleceği inşa etmek üzere gerçekçi senaryolar tasarlamak için kullanmalıyız.
Yeni düşünme, yaratma ve yaşama biçimleri oluşturmak kamusal alan ve özel alanda varoluşumuzu yeniden tanımlamaktır. Bunun için kamusal alan ve özel alan ikiliğini kırmak ve bu iki alanın kesişimselliği, geçirgenliğini ve ilişkilerini görmekle başlamak gerekir. Kadınların özel alanda fazlaca oyalanmasının yarattığı tehlikeleri Hannah Arendt çok etkili biçimde özetlemiştir:[5]
“…Tümüyle özel bir yaşam sürdürmek hakiki bir insan yaşamı için özsel şeylerden yoksun kalmak demektir her şeyden önce; başkaları tarafından görülmenin ve duyulmanın sağladığı gerçeklikten, başkalarıyla ortak bir şeyler dünyası aracılığıyla birleşmenin ve ayrılmanın sağladığı “nesnel” bir ilişkiden, yaşamın kendinden daha kalıcı bir şeyler başarma olanağından yoksun kalmak demektir. Özel/kişisel(deki) yoksunluk, anlamını başkalarının yokluğunda bulur; özel (haldeki) insan başkalarının gözüne görünmez, o nedenle sanki yokmuş gibidir. Yaptıkları kaale alınmaz, başkaları için bir doğurgusu yoktur; onu ilgilendiren başkalarını ilgilendirmez…”
Kadınların evde ve çalışanlar için genel olarak iş, ev ve yakın çevresi, diğer bir deyişle kamusal ve özel alanlar arasında/içinde akıp giden yaşamı, genel olarak tekdüze bir biçim olarak ifade edilir. Bu hayatlar öylesine yalındır ki, onu anlatmaya yeltenen tüm sözcükler yapay, cilalı, yalancı kalır. Zorunluluklar alanı içinden çıkan bu yaşam, insan özgürleşmesine dönük kamusal/kolektif etkinliklerle dönüşebilir. Demokratik siyaset zemininde etkinlik gösteren sendika, dernek, çeşitli inisiyatif ve platformlar biçimindeki örgütlü mücadeleler, yaşam uğraşısının bir parçası olduğunda, Habermas’ın “müzakere etme” ve Arendt’in “kendimizi insani dünyaya söz ve edimle dahil etme” görevini gerçekleştirmiş oluruz. Bugün insanlığın durumuna ilişkin kaygıları olan kadınlar ve kadın örgütleri ortak dünyaya olan ilgilerini yeniden canlandırmalı ve tazelemelidir. Yaşayan ve/veya farklı yüzyıllarda yaşamış yazarların ve düşünce insanlarının eserlerinin okunması, farklı insanlara ve kültürlere açılma cesaretinin bir enerji olarak yaşama girmesiyle, kişisel ve kolektif yaşamın zenginleşmesi kaçınılmazdır.[6]
Bu duygu ve düşüncelerle “Hoş geldin 8 Mart 2025”!
Yılın 365 gününün her bir gününü 8 Mart bilinci ve duygusu doldurmak dileğimle…
[1] https://sendika.org/2019/03/8-mart-2019un-oncesi-ve-sonrasi-ile-bir-kadin-nasil-yasayabilir-537625, 10 Şubat 2025, makalede Yazarın bu çalışmasından yararlanılmıştır.
[2] Kurul, a.g.e., s..15-16.
[3] Hannah Stark, Deleuze’den Sonra Feminist Terori, (Çev: Yonca Cingöz) İstanbul: Otonom Yayıncılık.
[4] Stark, a.g.e. s.39.
[5] Arendt, Arendt, Hannah (2012). İnsanlık Durumu Seçme Eserler 1, İstanbul: İletişim Yayınları.
104.
[6] Kurul, a.g.e., s.405-406.