Pazar, Mart 23, 2025

Doç. Dr. Ayfer Karakaya: Arap Alevileri Kimdir? Suriye’de Neden Cihatçıların Hedefindeler? Katliamları Durdurmak İçin Ne Yapmalıyız?

Date:

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 291. sayısında yayınlanmıştır.

ÖNCELİKLE SURİYE’DEKİ ALEVİLERİ PEK ÇOK CANIMIZ TANIMIYOR. KİMDİR ARAP ALEVİLERİ? HAKLARINDA BİRAZ BİLGİ VEREBİLİR MİSİNİZ?

Arap Aleviliği, kökleri çok derinlere giden bir inanç ve kültürdür. Arap Alevi inancının kökenleri 9. yy.’da yaşamış Muhammed ibn Nusayr adında, On İki İmamlardan onuncu ve on birincisinin öğrencisi olmuş bir zata kadar gider. “Nusayri” adı da buradan gelir, ama kendileri bu adı kullanmaz. Onlar kendine “Alevi” der. Geleneğin öğretilerini esas olarak formüle eden kişi ise 10. yy.’da yaşamış olan Hasibi’dir. Hasibi’nin günümüze ulaşmış önemli eserleri vardır. Kısa bir süre önce HTŞ tarafından barbarca türbesi patlatılan zat da budur. Ibn Nusayr ve Hasibi gibi, Ortaçağlardan itibaren Arap Alevi inancı ve geleneğine dair eserler kaleme almış birçok başka alim şahsiyet de mevcuttur.

Pozitif tarihçilik açısından Arap Aleviliği Anadolu Aleviliğinden daha eski bir gelenektir, zira Arap Aleviliğinin kökenleri 9.-10. yy.’a kadar giderken, Anadolu Aleviliği esas olarak 13. ve 15. yüzyıllar arasında şekillenmiş ve bildiğimiz halini almıştır. Arap Aleviliği erken dönem Ali taraftarı/Alici hareketlerin bir devamıdır. Zaten bugün Suriye’de yaşayan Arap Alevilerinin, Kufe gibi erken dönem Alici hareketlerin merkezlerinin yer aldığı Irak’tan göçüp, 10. yüzyıl itibariyle Suriye’nin sahildeki dağlık bölgelerine sığındığı bilinmektedir.

Bu erken dönem Alici hareketlere Sünni ve Şii ulema —horlamak maksadıyla—“ghulat” adını verir, “aşırıya kaçanlar, din dışına çıkmışlar” anlamında. Anadolu Aleviliği de Sünni ve Şii ulema tarafından aynı şekilde “ghulat” olarak sınıflandırılır ve bu erken dönem Alici hareketlerin adeta bir reenkarnasyonu olarak görülür. Oysa Anadolu Aleviliğinin tarihsel kökenleri esas itibariyle Geç Ortaçağ’da ortaya çıkan radikal Sufi ve derviş hareketlerine dayanır. Ancak müteşerri ulema açısından bu grupların özgün nitelikleri ve kendi aralarındaki farklılıklar önemli değildir, “hepsi zaten sapkın, mürtet” diye aynı torbaya atılırlar. İşin ilginci, modern akademi de bile aynı kullanım büyük oranda devam etmektedir. Oysa bu şekilde farklı tarihsel ve sosyolojik özellikleri olan grupları aynı torbaya atmak bu inanç geleneklerine yapılan bir saygısızlıktır aslında.

PEKİ ARAP ALEVİLERİ İLE ANADOLU ALEVİLERİNİN ORTAK NOKTALARI NELERDİR?

Farklı tarihsel ve sosyolojik köklerine rağmen Arap Aleviliği ve Anadolu Aleviliği arasında çok önemli örtüşmeler vardır: Öncelikle olgusal olarak hem Anadolu Aleviliği hem Arap Aleviliği batıni/esoterik ve Alici geleneklerdir ve bu yönleriyle birbirleriyle benzeşir, hatta inançsal anlamda akrabadır denilebilir. İki grup arasındaki temel farklar, kullanılan dil (Arap Alevileri Arapça kullanır), uygulanan ritüeller, edebi gelenekler, öne çıkan dini şahsiyetler (mesela Arap Alevilerinde bizdeki Hacı Bektaş bağlılığı, Rum Erenleri, Horasan pirleri yoktur) ve başka bazı uygulamalarda kendini gösterir.

Ortak Alici ve Batıni yönlerine ilaveten, siyaseten de her iki grup aynı kaderi paylaşmıştır ve mürtet, din dışı sayıldıkları için sürekli baskı ve zulüm görmüşlerdir. Zaten daha önce de söylediğim gibi, Sünni ve Şii ulema indinde ve tabii selefi cihatçılar açısından bu iki grup arasında hiçbir fark yoktur ve her ikisinin de müteşerri İslam’a uymadıkları için katli vaciptir. Daha önce Arap Alevilerinden bihaber olan Anadolu Alevileri de ancak 2011’de, Suriye’de ayaklanmaların başlaması ve Alevilere yönelik katliam haberleri —ve tabii ki Türkiye’deki yönetimin konuyla ilgili mezhepçi söylemleri— ile bu makus kader ortaklarının farkına varmış bulunuyor.

O yüzden geldiğimiz noktada Anadolu Alevileri ile Arap Alevileri, aralarındaki birtakım farklılıklara saygı duyarak, sırt sırta bir mücadele vermek durumundadır. Bunun da ötesinde, sesleri duyulmayan, sürekli katliama uğrayan ve katliam korkusuyla yaşayan bir halka sahip çıkmak zaten hepimizin görevi.

Screenshot

SURİYE’DEKİ ALEVİLER BUGÜN NEDEN TOPLU BİR KATLİAM TEHLİKESİ İLE KARŞI KARŞIYA?

Görünüşe bakılırsa, Esad ailesi Alevi kökenli olduğu için bir “azınlık rejimi,” bir “Nusayri rejimi” olarak itham edilen Esad yönetiminin hesabı Alevilere kesilmek istenmektedir. Tabii bu çok haksız ve anlamsız bir itham ve gerekçe. Nasıl bir Sünni diktatörün veya bir Hristiyan diktatörün yaptıklarının faturası tüm Sünni Müslümanlara veya tüm Hristiyanlara kesilemezse, Esad’ın yaptıklarının faturası da Alevilere kesilemez. Mesela Saddam Sünni’ydi ve Şii çoğunluklu bir ülkeyi yönetti, ama kimse onun yönetimine “azınlık rejimi” veya “Sünni rejimi” demedi ve faturasını tüm Sünnilere kesmedi.

Aslında zaten bu işin bahanesi; Esad’ın İsrail politikası nedeniyle ortadan kaldırılması gerekiyordu, bunun için de mezhepçi Sünni cihatçılar tetikçi olarak kullanıldı. Yani —Esad’ın yaptığı zulümler vs. bir yana— esas dert hiçbir zaman demokrasi ve insan hakları olmadı, öyle olsaydı önce halkına Sünni şeriatını empoze eden, kadınlara haklarını vermeyen, Yemen’de katliam yapan Suudi Arabistan’daki rejimin üzerine gidilmeliydi, değil mi? CIA birkaç kez deneyip Esad’ı düşüremeyince, Batı ittifakı ve Türkiye mezhepçi söylemleri körükleyerek Sünni selefi cihatçıların önünü açtı ve Esad yönetimini nihayet bu şekilde devirdi. Kıaca olan budur.

Ama bu tespiti yapmak, “zaten hep dış güçler mezhepçiliği körüklüyor” kolaycılığına bizi götürmemeli. Zira ortada, İslam dünyasının iliklerine işlemiş, her ihtiyaç duyulduğunda körüklenebilecek bir mezhepçilik hastalığı var ki dış güçler de bunu kendi çıkarlarına hizmet için bu kadar kolayca körükleyebiliyorlar. Her zaman dediğim gibi, Batı’da ırkçılık neyse, İslam toplumlarında da dincilik/mezhepçilik odur, aynı işlevi görür. Her ikisi de kendi toplumlarında içselleştirilmiş bir sosyo-siyasi hiyerarşinin temel parametresini oluşturur. Bu nedenler, mesela Amerika’da bir siyahi başkanın seçilmesi beyaz ırkçılarda, bu yazılı olmayan sosyo-siyasi hiyerarşiyi alt üst ettiği için büyük rahatsızlık yaratmıştır. Nitekim Trump’ın aşırı sağ söylemlerle tekrar seçilmesi bir anlamda buna bir tepkidir. Benzer şekilde, geçtiğimiz cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği üzerinden vurulmaya çalışılması da, Alevi bir birey yönetici olamaz, yönetici her zaman Sünni Müslümanlar olmalıdır dinci/mezhepçi mantığının bir tezahüründen başka bir şey değildi.

Ancak Batıdaki ırkçılıkla İslam toplumlarındaki dincilik/mezhepçilik arasında şöyle bir fark var: Batı’da ırkçılıkla iyi kötü yüzleşmeye çalışan bir aydın kesim varken, İslam toplumlarında bu yüzleşme daha başlamadı bile. Mesela “kafir veya mürtet diye kimse öldürülemez, bu yönde Ortaçağ’da verilmiş dini hükümler, fetvalar geçersizdir” diye açıklama yapan bir Müslüman din adamı gördünüz mü? Din adamlarını bırakın, kendine solcu, laik, ilerici diyen kesimlerde bile bu mesele tartışılmıyor.

SURİYE’YE DÖNERSEK. SURİYE’DEKİ OLAYLARLA SÜNNİ MEZHEPÇİ NEFRETİN BAĞLANTISINI BİRAZ AÇABİLİR MİSİNİZ?

Suriye’ye dönersek; baba Hafız Esad 1970 yılında, ard arda gelen askeri darbeleri takiben, kendisi de bir askeri darbe ile başa geçtiğinden beri Esad yönetimi bu tür mezhepçi saldırılarla muhatap olmuştur. Ülkedeki İslamcılar daha o zamanlarda, demokrasi yokluğuna vs. değil, Hafız Esad’ın Alevi olmasına tepki vermiş, ayaklanmıştır. Öyle ki Hafız Esad, bu tepkileri yumuşatmak için müftülerden “Aleviler de Müslümandır” mealinde fetvalar almak zorunda kalmıştır. Nitekim 2010 yılı itibariyle başlayan ayaklanmalarda da hep bu mezhepçi dinamik vardı. O yüzden de İŞİD gibi cihatçı gruplar Alevi sivillere karşı toplu —yani toptan bir köyü, bir kasabayı yokedecek şekilde— korkunç, barbarca katliamlar yapmışlardır, daha bundan birkaç yıl önce.

Ayrıca iddia edildiği gibi Esad yönetimi bir Alevi yönetimi de değildi. Yönetici sınıfın ve bürokrasinin çoğunluğu Sünni ve Hristiyanlardan oluşmaktaydı, ekonomik olarak da şehirli Sünni ve Hristiyan orta sınıflara dayanmaktaydı. Nüfuslarına göre Alevilerin Suriye ordusunda nispeten yüksek oranlarda temsil edildiği doğrudur, ama bunun da asıl nedeni, Alevi bölgelerinin Suriye’nin en fakir bölgeleri olmalarıdır. Yani birçok Alevi genç ailelerini geçindirmek için tek yol olarak askeriyeye dahil olmuştur. Esad yönetiminin Alevi bölgelerinin ekonomik gelişmesine yatırım yapmayarak bu eğilimi körüklediği de söylenir. Nitekim bugün Suriye’de Aleviler halen en kırsal, en fakir toplumsal kesimdir.

Dolayısıyla Alevilerin Esad yönetimi altında ayrıcalıklı bir grup oldukları büyük bir yalandır; elbette üst yönetime yakın olup, her otoriter rejimde olduğu gibi varolan çürümüşlükten nemalanan küçük bir grup vardı ve aralarında Aleviler de mevcuttu, ama bu geniş Alevi kesimlerinin Esad yönetiminde ayrıcalıklı konumda olduğu anlamına gelmez. Hatta Esad ailesinin Alevi olması birçok açıdan Alevilerin aleyhine işlemiştir. Aleviler askerlik yapmaya mecbur kalsın diye Alevi bölgelerinde yatırım yapılmaması bir yana, Esad ailesi kendilerini Sünni Müslümanlara kabul ettirmek için Sünni Müslüman gibi yaşamış, Cuma namazlarında basına sürekli resimler vermiş ve diğer tüm dini ve mezhebi gruplara verdikleri örgütlenme ve kendi meclislerini kurma hakkından Alevileri mahrum bırakmıştır.

Peki bütün bunlar ortadayken neden Aleviler bugün hedef tahtasına konuluyor ve katliama uğruyor? Bunun nedeni koyu Sünni selefi İslamcı ideolojidir. Onların amacı Sünni-İslami bir rejim kurmaktır. Esad yönetimi (aynen Saddam gibi) Baasçı bir ideolojiye sahipti; Baasçılık, seküler Arap milliyetçiliği ile Arap sosyalizminin karması bir ideolojidir. İslamcıların amacı ta baştan beri Baasçı yönetimi yıkıp yerine şeriatın hüküm sürdüğü bir din devleti ikame etmekti, bugün de aynı amaçları devam etmektedir. Alevilerse şeriatı kabul etmeyen bir gruptur ve zaten Sünni İslam’a göre katli vacip mürtetlerdir, o yüzden onların böyle bir şeriat rejiminde —tövbe edip zahiren de olsa Sünni-Müslüman olmadıkları sürece— varolmaları kabul edilemez. Bu selefilerdeki Sünni kibri öyle bir noktadadır ki, mürtet kabul edilen Alevileri öldürmeyi kendilerine farz, yani bir hak ve görev olarak görürler, hatta Alevi kanı dökerek cennete gideceklerine inanırlar.

PEKİ BATI ÜLEKELERİ NEDEN VE NASIL BÖYLE AŞIRILIKÇI VE VAHŞİ BİR İDEOLOJİNİN ÖNÜNÜ AÇIYOR?

Batı açısından cihatçı vahşet kendilerine yönelmediği sürece bir sorun değildir, hatta bölgede düşman gördükleri grup ve yönetimleri ekarte etmek için oldukça kullanışlı bir enstrümandır. Zaten tarihsel olarak da Ortadoğu’da Batı ile çatışan, anti-emperyalistlik ve bağımsızlık iddiasını güdenler hemen her zaman seküler milliyetçi liderler ve yönetimler olmuştur, Arap dünyasında bunun prototipi Mısır’ın Nasırı’dır. Oysa Sünni İslamcı rejimler —mesela bkz. Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri— dış siyasetinde Batı ile her zaman uyumlu olmuştur. Zaten Suriye’de de HTŞ ile şimdi yaratılmaya çalışılan ikinci bir Suudi rejimidir, yani içerde şeriatı empose eden ve dinle halkını zapturapt altında tutan, ama dışarda Batı’nın emrinden çıkmayan bir rejim.

Bu açıdan baktığınızda bugünlerde HTŞ’nin Alevilere yönelik baskı ve katliamına Batı ülkelerinin ve anaakım medyanın sessiz kalması da daha anlaşılabilir olmaktadır. Bir anlamda Aleviler bu cihatçı psikopatların önüne yem olarak atılarak onların İslamcılık gazı alınmaktadır. Dolayısıyla hiçbir siyasi gücü ve varlığı olmayan Alevilerin katledilmesi Batı açısından dert edilen bir şey değil maalesef, yeter ki cihatçılar Batı’nın çıkarlarına dokunmasın. Acı, ama gerçek bu.

ŞU ANDA SURİYE’DEKİ ALEVİLERİN DURUMU NEDİR? NELER YAŞIYORLAR?

Öncelikle Suriye’nin içerisinden haber almak kolay değil, insanlar sosyal medya aracılığı ile bile haber paylaşmaktan korkuyorlar. Anaakım medyanın veya yetkililerin olayları gidip yerinde görmek ve tespit etmek gibi bir derdi yok, o yüzden tek kanal özel bağlantılar ve herşeye rağmen sosyal medya.

Bu zorluklara rağmen yine de elimizde çok sayıda Alevilere yönelik teyit edilmiş baskı ve kıyım haberi var. Bunlara göre, Alevilerin çoğunluğunun yaşadığı Lazkiye ve Tartus sahil şeridinde şimdilik durum nispeten daha sakin görünüyor; ama bunu yanlış anlamamak lazım, evet, daha önce İŞİD’in yaptığı gibi bir Alevi köyüne veya kasabasına girip tüm halkı katliamdan geçirmek gibi şeyler olmuyor, en azından genel duyum bu, ama tek tek veya grup olarak insanlar halen infaz ediliyor. Ayrıca binlerce insanın maaşı kesilmiş durumda ve aileleri açlıkla savaşıyor.

Halihazırda Suriye’de durumun en vahim olduğu bölgeler ise Hama ve özellikle de Humus. Humus’da hem toplu katliamlar oluyor —ki bunları muhaliflerin kurduğu, Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi bile teyit etti— hem de yargısız bireysel infazlar yaşanıyor. Mesela Humus Üniversitesi’nde görevli, Arap Dili ve Edebiyatı profesörü olan Alevi bir kadın ve akademisyen, Raşa el-Ali cihatçılar tarafından birkaç gün önce kaçırıldı ve kendisinden halen haber alınamıyor. Profesör Ali’nin kız öğrencilere yüzü kapayan nikab takmamalarını istediği için kaçırıldığı söyleniyor.

Şimdi bu kıyımlar için HTŞ güzellemecileri tarafından farklı mazeretler öne sürülüyor. Bunlardan biri, bu infaz edilen kişilerin önceki yönetimde görevli polis, asker gibi kişiler olduğu. Şimdi öyle bile olsa —ki bu doğru değil, zira bir sürü sivilin de katledildiğini biliyoruz— hiç kimse mahkemeye çıkarılıp hâkim karşısında suçu kanıtlanmadan, sırf daha önceki yönetim altında belli görevlerde bulunduğu gerekçesiyle sokak ortasında barbarca linç edilip katledilemez.

İnkâr edemedikleri diğer toplu veya tekil sivil kıyımları içinse öne sürülen mazeret, bunları bizzat HTŞ’nin yapmadığı, kontrol dışına çıkmış militan gruplarca yapıldığı. Ama bu da pek doğru görünmüyor. Nitekim yerel halk bu katliamcı gruplarla HTŞ’nin işbirliği içinde hareket ettiğini, HTŞ’nin halktan silahları topladıktan sonra başka maskeli grupların gelip Alevilerin silahsız olduğuna güvenerek bu katliamları yaptığını, yani arada bir koordinasyon olduğunu düşünüyor ve söylüyor ki bu da hiç şüphesiz gerçeğe çok daha yakın bir iddia. Tabii HTŞ bu iddiaları inkâr ediyor ve Batı kamuoyuna “yapan biz değiliz, biz iyiyiz, çevremiz kötü” gibi bir mesaj vermeye çalışıyor.

Batı da aptal değil aslında, muhtemelen olanların gayet farkında, ama bu söylenenlere inanmak onların da işine geliyor. Zaten şu anda hem Batı medyasında hem Türk medyasında ortak söylem, “HTŞ’ye bir şans verilmeli” gibi absürt bir söylem. Yahu inançları, ideolojileri gereği demokrasiye, çoğulculuğa karşı olan, mürtetleri, kafirleri öldürmeyi dinlerinin onlara verdiği bir hak ve görev olarak gören ve bu inançlarını yakın geçmişte defalarca hayata geçirmiş bir aşırılıkçı gruba neyin şansını veriyorsunuz? Onlara bir şans verelim söylemiyle milyonlarca Alevinin ve Suriye’deki diğer azınlık grubun kanıyla kumar oynama hakkını size kim veriyor?

Ama yukarıda da dediğim gibi, maalesef Alevilerin ve diğer azınlıkların katledilmesi İslamcıların gazını almak adına Batı için önemli bir işlev görüyor, o yüzden de herkes utanmazca üç maymunu oynuyor.

BU DURUMDA NE YAPMAK LAZIM? BİZLER ALEVİLER OLARAK KATLİAMLARI DURDURMAK İÇİN NE YAPABİLİRİZ?

Öncelikle siyasiler, uluslararası kuruluşlar ve anaakım medya ne kadar kör ve sağırı oynasa da biz —biz derken sadece Alevileri değil, tüm vicdanlı insanları kastediyorum— sesimizi çıkarmaya, olanları geniş kitlelere haber verymeye ısrarla ve yorulmadan devam etmeliyiz. Bunu kişiler sosyal medya yoluyla ve çevrelerinde düzenlenen protestolarak katılarak yapabilir. Ayrıca yerelde bu amaçla küçüklü büyüklü gruplar oluşturulup çeşitli yaratıcı girişimlerle bu sesin daha gür ve sistemli çıkmasına katkı yapabilirler.

Kişilerin tek tek yapabilecekleri dışında, asıl görev elbette hem Arap Alevilerinin hem de Anadolu Alevilerinin örgütlerine düşmektedir. Bütün bu örgütler, aralarındaki farkları bir yana koyup Suriye’de tekfirci Selefi İslamcılar tarafından açlıkla, katliamla sınanan Aleviler için ortak ses çıkarmalı, yaşadıkları ülkelerdeki siyasilere, devlet kurumlarına ve sivil toplum örgütlerine ulaşıp durumu anlatmalı, onlara profesyonelce hazırlanmış, yaşanan baskı, infaz ve katliamları dokümente eden dosyalar sunmalı ve bu kişi ve kurumlara ellerindeki gücü kullanıp bu kıyıma dur demeleri için baskı yapmalılar. Nitekim bu yönde Avrupa’da ve Amerika’da çalışmalar olduğunu biliyoruz. Ayrıca halen terörist bir grup olarak tanınan HTŞ’nin lideri Colani ile görüşen ve el sıkışan tüm Batılı siyasiler ve yetkililer hakkında Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi’ne suç duyurusunda bulunmak gibi girişimlerin de olduğunu duyuyoruz ki bu da bence son derece yerinde bir hareket olur.

Bunlar hemen şimdi, acilen yapılması gereken şeyler. Ama yaşamakta olduğumuz bu vahim tecrübe orta-uzun vadede Alevi toplumunun bilhassa uluslararası örgütlenme ve temsiliyet adına yapması gereken daha çok şey olduğunu da bize gösterdi. Suriye’deki Alevilerin içinde düştüğü bu acı ve çaresiz durum aslında biraz da Alevilerin Suriye’deki en örgütsüz topluluk olmalarının bir sonucu. Türkiye’deki Alevilerin de, birçok örgütü olmasına rağmen uluslararası arenada ciddi bir temsiliyeti ve ağırlığı yok, bu eksikliğin hızla giderilmesi lazım.

Tabii şu da önemli: Hem Türkiye’deki seküler Sünniler hem de Suriye’deki seküler Sünniler ve diğer azınlıklar, HTŞ’nin ve temsil ettiği ideolojinin sadece Aleviler için değil, kendileri için de bir tehdit olduğunu anlamalıdır, halen anlamayanlara bu tehlike anlatılmalıdır. Daha yaşanılabilir ve demokratik bir Ortadoğu için Mümkün olduğunca tüm vicdanlı demokrat kesimler hem Suriye’de hem Türkiye’de hem de tüm bölgede hep birlikte bu baskıcı ve acımasız radikal İslamcı ideolojilere karşı mücadele vermelidir. Yoksa korkarım Suriye başta olmak üzere bölgeyi çok daha karanlık günler bekliyor.

Paylaş

spot_img

İlginizi çekebilir

Bunlara baktınız mı?
Benzer Başlıklar

Prof. Dr. Nazire Akbulut: Canlı ve Taze Kadınlar

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 292. sayısında yayınlanmıştır. Bir edebiyatçıya...

Yaşar Seyman: Kadın Mücadelesi Yaşam Mücadelesidir!

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 292. sayısında yayınlanmıştır. “Eğer tahtta...

Emel Sungur Uzman: Kadınlar Güçlüdürm Hele Çocukları ve İnandıkları Dava Söz Konusu Olursa

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 292. sayısında yayınlanmıştır. Kaktüsler Susuz...

Ayten Kaya Görgün: Babasına Şaşırıyormuş!

Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 292. sayısında yayınlanmıştır. Üstünde hiç...

Alevilerin Sesi dergisine abone olmak ister misiniz?