Bu röportaj Alevilerin Sesi dergisinin 296. sayısında yayınlanmıştır.
(6-8 Ağustos 1938)
Bir düşünün…
Bir derin düşünün…
Bir gün devlet geliyor köyünüze…
Bir günde topluyor sizleri
Köyünüzün meydanına…
Bağlıyor sizleri birbirinize…
Üç gün,
Aç, açıkta, susuz bırakıyor sizleri
Köyünüzün meydanında…
97 Alevi can…
Sonra “yürüyün” diyor sizlere…
Nereye gidileceği söylenmiyor sizlere…
Etrafınız asker çemberi…
“Tüfekli çember” içinde yürüyorsunuz…
Önünüzde asker,
Arkanızda asker,
Sağınızda asker,
Solunuzda asker…
Ülkenizin askeri…
Karşınızda Munzur Dağı,
Arkanızda sevdikleriniz…
Yürüyorsunuz…
Ölüme…
O anda neler düşünürsünüz?
Bir derin düşünün…
Neler düşünürsünüz?
Yol dağa doğru…
Tırmanıyorsunuz ölüme…
“Ölüme tırmanmak…”
Hiçbir dilde yoktur bu deyim.
“Ölüme tırmanmak…”
Olmayan deyim,
Sizin gerçeğinizdir:
“Ölüme tırmanmak…”
Ölüme tırmanırken,
Bir düşünün…
Bir derin düşünün…
Ölmek nasıldır acaba?
Nasıl öldürüleceğim acaba?
Süngü en kötüsü mü acaba?
Kurşun en iyisi mi acaba?
Uçurumdan atılmak
Daha mı kötü acaba?
Düşünün bir…
Bir derin düşünün…
Babasınız…
Evladınız size bağlı,
Yan yana yürüyorsunuz…
Ölüme tırmanıyorsunuz…
Evladım kurtulabilir mi acaba…?
Beni ondan önce öldürürler mi acaba…?
Keşke…
Bir düşünün…
Bir derin düşünün…
Delikanlısınız…
Babanız size kelepçeli…
Yaşlı, iki büklüm…
Babanızın ağırlığını çekiyorsunuz yürürken
Dağa doğru…
Ölüme tırmanırken…
Beni babamdan önce
öldürseler…
Keşke…
Bir düşünün…
Bir derin düşünün…
Gelinsiniz…
Yâreniniz, yavuklunuz ölüm yolunda…
Hangi ağıt dilinizde?
Hangi büyük acı yüreğinizde?
Bir düşünün…
Bir derin düşünün…
Anasınız…
Yavrunuz,
Kınalı kuzunuz
Ölüm yolunda…
Hangi ağıt dilinize,
Hangi acı yüreğinize
Sığar?
Diliniz lâl…
Yüreğiniz târumâr…
Bir düşünün…
Bir derin düşünün…
Yaranın bir ucu
Derinde,
Bu toprağın altında…
Yaranın diğer ucu
Yüksekte,
Şu dağın zirvesinde…
Yaranın çoğu da
Zini Gediği’nde…
3000 metre zirvede
Kurşuna dizilmiş
97 can…
Habersiz, sessiz, ıssız…
Kurşun seslerini
Bir kartallar duydu
Zirvede…
Bir keklikler duydu
Yamaçta…
97 can da duydu
Toprağa düşerken…
Çok suçluydular…
Alevi’ydiler…
Nobel ödüllü yazar
Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık” romanında yazar ki:
“Üzerinde yaşadığınız toprağın altında ölüleriniz yatmıyorsa,
Orası sizin yurdunuz değildir…”
Bu toprakların altında
Bizim ölülerimiz yatıyor…
Çok ölümüz yatıyor…
Bu toprakların üstünde,
Çok üstünde de
Şu dağın zirvesinde de
Bizim ölülerimiz yatıyor…
Kefensiz, ziyaretsiz, ıssız…
Çok ölümüz yatıyor…
Onun için bu topraklar
Bizim yurdumuzdur…
Çok yurdumuzdur…
Herkesten daha çok
Bizim yurdumuzdur…
Surbahan köyü!
Surbahan köyü!
Dile gelemeyesin,
Ağıdını söylemeyesin,
Dünya duymasın diye,
Kalan sağların sürgün edildi…
Tarihine kara perde çekildi,
Adın değiştirildi…
Surbahan, bir sabah
Kılıçkaya adıyla uyandı…
Zâlim işidir zulüm…
Nafile ama… zalimin zulmü…
Bir gün
Doğa Ana dayanamıyor,
Atıyor toprak örtüsünü
Ölülerimizin üstünden…
Çıkarıyor güneşe…
Gündüz
Güneş utanıyor…
Gece Ay…
Kartallar uçmuyor, utanıyor…
Keklikler ötmüyor, utanıyor…
Ya sen…
Ya sen,
Ey insanlık…
Ya sen…?
Bir gün
Bir can çıkıyor…
Canlar çıkıyor…
Arıyor ölüsünü…
Buluyor ölüsünü…
Dağın zirvesinde
Saklı ölüsünü…
Yazıyor, çiziyor, anlatıyor
Ölümü…
Ölüme tırmanışı…
Zulmü, zalimi de…
Bu can…
Benim kadim dostum,
Can arkadaşım
Erdal Kılıçkaya…
Acı ağıtlar içinde
Sana minnet ile…
Başın sağ olsun
Erzincan Ovası…
Başın sağ olsun
Munzur Dağı…
Başın sağ olsun
Munzur Suyu…
Başın sağ olsun
İnsanlık…
Necati ŞAHİN

