Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 290. sayısında yayınlanmıştır.
ZAMAN
H. Bergson zaman yerine süre kelimesini kullanır. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği üç ayrı kavram olarak değil, içiçe geçmiş kavramlar olarak tanımlar.
Zaman nedir ki bu yüzden, aslolan bir süreyi tamamlamaya çalıştığımız!
Bergson öte yandan yaşadığımız anı, duygu ve bilinç olmak üzere iki ayrı dünya olarak ele alıyor. ‘’Yaşamı sürdürebilmemiz için anları hareket ve mekân çerçevesinde değil, nesnelerle olan ilişkilerimiz çerçevesinde ele almak gerektiğini’’ söylüyor.
Belki de şu satırların acısına yaşadığımız anı duygu ve bilinç olarak ayırabildiğimizde ancak tahammül edebiliriz.
Maraş Katliamının tanıklarından bir doktor anlatıyor: ‘Ellerinden yaralı kurtulan hamile bir kadını güç bela hastaneye getirdiler. Anneye hemen müdahale ettik. Gelişigüzel ateş etmişler. Bir kurşun arkadan girip karnından çıkmış, bir kurşun da yandan girip çıkmıştı. Çocuğu aldık annenin karnından. Bir kurşun da bebeğin omuriliğinden vurmuş ve onu öldürmüştü. Çok uğraştım ama kurtaramadım anneyi de.”
BELLEK
Guatemala dilinde “Quitapenas” denilen parmak bebeklere “dertkovan bebekler” denir. Dağ köylerinde yaşayan köy kadınlarının kumaş parçalarını küçük tahta parçalarına sararak yaptıkları bebeklerdir bunlar.
Çocuklar gece yatarken korkularını bu bebeklere anlatır ve yastıklarının altına koyarlarmış. Uyandıklarında korkuları yok olur, parmak bebekler onların tüm endişelerini alıp götürürmüş. Aztek-Maya kültürünün bir parçasıdır bunlar. Güneşin her gün doğabilmesi için kurbanların kanıyla yıkanması gerekliliğine inanan ve bu yüzden her gün yüzlerce bebek, çocuk ve yetişkin kurban edilen bir kültürün çocukları, korkularla uyumasın da ne yapsın?
Mayalardan binlerce yıl sonra ve Orta Amerika’dan çok uzaklarda, adına Anadolu denen coğrafyanın Maraş denilen şehrinde 19-26 Aralık 1978’de bebek, çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek yüzlerce insan, güneşin her gün doğabilmesi için değil, “Güneş ne zaman doğacak” filmi bahane edilerek, faşist planın hayata geçebilmesi için kurban edildi.
Bir hafta boyunca, ellerinde balta, bıçak ve silahlarla yüzlerce insanı öldürdüler. Maya rahiplerinden hiç de aşağı kalmayan bir ustalıkla kurbanlarının kalplerini çıkardılar, karınlarını yardılar. Rahiplerin obsidyen bıçakları vardı, onların keskin satırları…
Ne söyleyebiliriz… “Kurban sunumu”, insanlık tarihinin en iyi bildiği eylemlerden biridir ve “ortak öldürme tüm diğer topluluk üyelerini de birbirine bağlar…” Öldürmeler, topluluğun birleştirici harcıdır çünkü!
‘’Bellekte kan vardır, şiddet ve gözyaşı, bellek kurbansız yapamaz. İz, gerçeğin acısını bir tortu gibi üzerimizde bırakır. Şiddetin acısıdır iz. İzler yok edilebilir mi? Bellekte kalan şeyi nasıl yakmalı? Bellekte kalan yakılmaz. Acının yer’i derindir, üzerindeki kabuk soyulur. Bellek acı’nın evidir…’’
VİCDAN
Bellek acının evi ve hatırlandıkça keder veren şeyler saklı içinde.
Benzer hikayelerle dolu ülkemin yakın tarihinin izini süren yazılar yazdım hep. Kendimi bazen Orhan Keskin’in annesine de benzetirim. Orhan’ın annesi ölüm orucundaki çocuğunun ve arkadaşlarının artık yaralar çıkmış gövdelerini pamukla silmeye çalışırken bir hemşire uyarır onu: ‘’Silme anne! Sen iyilik yaptığını zannediyorsun ama daha çok acıtıyorsun onları.’’
Yazdıklarımız daha mı çoğaltıyor yoksa acılarımızı?
Geçmişe dair hatırladıklarımız özlemden daha çok keder. Keder, yanısıra sevinçleri de hatırlatmıyorsa altında ezilip yok olabiliriz. Bu yüzden, hatırladıklarımızla, başımızdan geçenlerle, ölümlerle, ayrılıklarla, ya da faili meçhullerle ilgili konuşmaya, yazmaya başladığımızda aynı zamanda sevinçlerimizi ve o ana dair ümitlerimizi de kurmalıyız!
Ya da ‘’tüm kederli deneyimleri, hatırlayarak, unutmayarak ve hep hatırlanması için yazıya dökerek aslında bir tür sevinci de kurmalıyız hem okurlarımızda hem kendimizde hem de bu kayıpları yaşayan ailelerde, insanlarda…’’
Tek başına bize ait olmayan bir hafızanın mütemmim cüzü olduğumuzu düşünüyorum.
Bellek bizden önce de varolan, içine doğduğumuz, bir parçası olduğumuz, bizi tamamlayan ve bizim de onu tamamladığımız kolektif bir bilinçdışıdır, dünyanın ortak hafızasıdır. Onun yeri insanın kalbidir. Biz ona vicdan diyoruz. Bu yüzden unutmak vicdansızlıktır ve iyi ki böyle!
MARAŞ
Memleket evvela bir sorudur. Memleket nere? Bir ortaklaşma arzusu. Bir nirengi noktası… Memleket neşet ettiğin, çıktığın, hep olan ve galiba hiç değişmeyen yerdir.
Somut bir sorudur ama ilginçtir, bir yanıyla da epey soyuttur. Özel sorudur. Sözgelimi, birçok şeyi aynı anda söyleme şansı verebildiği için özeldir. ‘Memleket nere’ sorusuna cevap verdiğimizde sadece doğduğumuz yeri söylemiyoruz çünkü.
Memleket sözcüğü bize başka şeyler söylüyor olmalı. Memleket farkında olmadan edindiğimiz hafızadır. Arkamızdan bizimle gelen hikâyemizdir. Bu hikâyelerin karakterimize etkisi ve yansımasıdır. O yüzden memleketin listesi kabarıktır. Bu durum da memleket sözcüğü, çok güçlü, geniş, hem soyut hem somut, bir sürü anlam barındırır.
1990’lı yıllarda ailesi köyden göçe zorlanan ve o sıralarda 11 yaşında olan Pötürgeli bir taksi şoförünün bir gece beni taşırken üzerinden geçtiğimiz bir viyadüğü gösterip ‘’Ben burada çok ağladım abi’’ demesi geldi aklıma. ‘’Ben burada çok ağladım.’’ Çocuk yaşlarında ve daha sonrasında evden kaçar gelirmiş bu yakındaki viyadüğe, aşağıdan geçen yüzlerce arabanın içinde Malatya plakalı bir araç ararmış. 44 plakayı görünce de başlarmış ağlamaya. Memleket böyle bir şey işte, plakasına bile ağlanan bir yerdir sonuçta.
İşte bu yüzden sorarlarsa eğer, Maraşlıyım ben de!
Tek başına bana ait olmayan bir hafızanın parçası olduğum için onunla tamamlandığım ve onu tamamladığım için Maraşlıyım,
Kurbanların ve onların yakınlarının hatırasına saygımdan, annesinin karnında bile ölümden kaçamayan bebeleri unutmamanın, hatırlamanın ve anlatmaya devam etmenin adalet duygusuyla bir ilgisi olduğuna inandığım için Maraşlıyım.
Mağdurların, mağdur yakınlarının unutulmamaktan doğan bir tür “sevinç” yaşadığına gönülden inandığım için Maraşlyım,
…Her ne kadar bu türden kayıpların yarattığı kederle baş edebilecek büyüklükte olmasa da, bu kayıpları yaşayan insanlarda ve bu kayıpları hatırlamanın bir tür adalet duygusuyla mutlaka ilgisi olduğuna, inananlarda derin bir sevince yol açtığına emin olduğum için Maraşlıyım…’’