Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 289. sayısında yayınlanmıştır.
Her ne kadar bu yazıda bir bütün olarak Feyzullah Çınar’ın “deme” performansını referans alarak onun icra ettiği demelerin başkalarında neye dönüştüğü üstünde duracak olsam da, baştan bir iki cümle kurmak gerekirse, Feyzullah Çınar’ın bir zamanlar Melikoff’un ifade ettiği gibi yalnızca “konuşur gibi” icra eden bir isim olmadığı açıktır. Eğer abartılı olmazsa, kanımca Feyzullah Çınar icracılığı Kur’an-ı natık’ın bütün seslerini barındıran bir performanstır. Kimi demelerde çalgının neredeyse tümüyle sustuğu ve Çınar’ın gerçekten de konuşur gibi demeyi icra ettiği görülür. Bir başka grup demede Çınar, çok üst perdeden haykırmaktadır. Sonra bir an gelir ki Çınar son derece düşük bir sesle ama konuşur gibi de değil, sakin bir üslup içinde demeyi icra eder. Çınar’ın hangi demelerde nasıl bir ses verdiğine dair bir çalışma yapılmadığını sanıyorum. Öyle ki O’nun icra ettiği tüm eserler kullandığı, bize ilettiği ses üzerinden tasnif edilse muhtemelen çok ilginç ve öğretici sonuçlar karşımıza çıkardı. Yalnızca bir örnek vermek gerekirse, Feyzullah Çınar tartışma-eleştiri-kavga-reddiye-ilenç içeren demelerinde, kendi ses renginden beklenebileceği gibi yüksek perdeden bağırarak asla “konuşmaz.” Aksine, bununla ilgili hemen çoğu örnekte Çınar’ın olabilecek en alt perdeden, sakin sakin demeyi “havalandırdığını” görürüz. Örneğin Mahmut Erdal, Mahzuni ve Ali Ekber Çiçek’e ilişkin reddiyesinde bu sükunet insanı şaşırtır. (Dinlemek isteyenler için: https://www.youtube.com/watch?v=ObW28dLpRuw ve devamı https://www.youtube.com/watch?v=Gpq9WXcv6zk) Benzer bir biçimde Yezid’e lanet okuduğu ve en sert sözleri içeren “Bana Lanet” adlı demesinde de sakinliği adeta zirve yapar ve giderek icra, konuşmaya doğru evrilir. (Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=ZRvwHhTnNhI) Son örnek olarak Sünni ortodoksi ve özellikle bu ortodoksinin İmam-ı azam olarak adlandırdığı Ebu Hanife’ye dair demesi de bunlardan biridir; “Mezhebimden sual olursa”. (https://www.youtube.com/watch?v=j95YbZy8bsA) Umalım ki bir gün müzikologlar ve etno-müzikologlar Feyzullah Çınar üstüne kapsamlı bir derleme ve analiz çalışması yürütürler. Bu yazıyı, bir müzikolog ya da etno-müzikolog olmadığım, bu alanda herhangi bir çalışması ya da girişimi olmayan biri olarak kaleme aldığım için, kuşkusuz Feyzullah Çınar’ın performansına ilişkin kavramsal ve terimsel hatalar yapabileceğimden, bundan kaçınmak adına, olabildiğince gündelik dil içinden konuşmayı deneyeceğim.
En başta Alevi sözlü kültürü olmak üzere, genel olarak her kesimden geçmiş zamanı günümüze taşımakta önemli bir rol üstlendiği inkar edilemez Kalan Müzik, 2024 yılında Feyzullah Çınar’ı da yeniden gündeme taşıdı. Kalan Müzik’in Feyzullah Çınar’a ilişkin ilk çalışması değil bu. Daha önce de 1997 yılında Nefes başlığı, 2003 yılında da Fazilet adı altında iki Feyzullah Çınar derlemesi yayınlamıştı. Bu yıl yayınlanan derlemenin farkı eserlerin, Feyzullah Çınar’ın daha önce farklı çalışmalarında karşımıza çıkan demelerin, gerek Alevi kültürel dünyasında, gerekse genel olarak müzik dünyasında çeşitli özellikleri itibariyle az çok bilinen, ünlü ya da tanıdık isimlerce icra ediliyor oluşu. (Bu isimler şunlar: Erdal Erzincan, Nida Ateş, Cengiz Özkan, Ahmet Aslan, Muharrem Temiz, Ali Rıza ve Hüseyin Albayrak Kardeşler, Mercan Erzincan, Ender Balkır, Mazlum Çimen, Grup Abdal, Zeynep Baksi Karatağ ve Erdem Altınses.) Bu yazıda yalnızca tek bir deme üzerinde duracağım ama bu derlemeyle sınırlı kalmayacağım. O da albümün birinci parçası olan “Kınamayın Beni Hakkı Sevenler” başlığını taşıyor ve albümde Erdal Erzincan tarafından icra ediliyor. Eğer dehrin iki hükümdarı fırsat tanırsa ilerleyen zamanlarda diğer icraların izini sürmeyi de deneyeceğim.
Feyzullah Çınar’ın icrasıyla yaygın olarak bilinen “Kınamayın Beni Hakkı Sevenler”in (bundan sonra kısaca KBHS) (hemen dinlemek isteyenler için Feyzullah Çınar icrası: https://www.youtube.com/watch?v=O73IGPxhrSw ya da https://open.spotify.com/intl-tr/track/1ZgVmV1mCPmfbVTL6dzLMM?si=58a1c52de62e4a6b) asıl adı Ahmet olan Bayburtlu Celali’ye ya da Celal Baba’ya ait olduğu biliniyor. Ancak Celali Baba’nın hikayesi de ne yazık ki en az KBHS kadar soysuzlaştırılmış ve Alevi-Bektaşi kültüründen koparılarak Sünni tasavvuf dünyasının bir parçası haline getirilmek istenmiştir. Celali Baba, 1845 (1850?)-1915 yılları arasında yaşamış Alevi-Bektaşi meşrepli bir ozan. Ancak sınırlı bilgiler çerçevesinde söyleyelim ki yaşamı yoksulluk içinde geçmiş ve çektiği yoksulluk yüzünden deyişlerinde sıklıkla Tanrı’ya sitem ve güceniklik, daha da önemlisi yoğun bir kızgınlık ve heccav vasfı kendini gösterir. Bu anlamda şiirlerinde Tanrı’ya sitemini ve hicvini ilettiği gibi, dünyevi sorunlara karşı da son derece duyarlıdır. Örneğin bugün tefecilik diyebileceğimiz kendi zamanında batakçılık yapanlara ağır eleştiriler yöneltir ve o dönem Bayburt çevresindeki toplulukları (Erzurumlu, Erzincanlı, Laz, Ermeni, Acem ve Rum) kendi dillerinde konuşturarak şiirine alır. Batakçı destanından örneklemek gerekirse:
“Acemse der ele hardan gelüpsün/Gelip menim öz metaım alupsun/ Ele her tarafın açık kalupsun/ Çöreğin dizinde kala batakçı// Eğer Ermeniyse söylerdi foh di/ İnci gıdas koran dos kurus kokti/ Tızazcı darasta yine kirohti? Murit kunim urkitara batakçı// Eğer Rum ise der gamidi bibas/ İhende gurusun zomadi bias/ Vermes paraları gamidi manas/ Gidiyorsun gene nere batakçı?”
Ortodoksiyle ilişkisinin son derece mesafeli olduğu şiirlerinde açık seçik görünmesine karşın, Bayburt’a özel bir değer kazandırmak isteyen ırkçı-milliyetçi ve İslamcı refleks inatla Celali Baba’yı Nakşiliğe bağlar ve onun Nakşi olduğunu iddia eder. (Örneğin bkz. https://www.bayburtrehberi.com/bayburt-rehberi/bayburt-kulturu/z-birakanlar/bayburtlu-celali-baba, E. T. 16.05.2024. Bu kaynakta yer alan bilgiler aslında bir başka kaynakta verilen bilgilerin doğrudan çalınmasıyla oluşturulmuştur. O da şudur: https://www.gonullersultani.net/kutuphane/celali-baba-divani/1004-bayburtlu-celali-baba-hayati.html, 16.05.2024) Ayrıca belli ki Celali Baba üzerinden bir Erzurum-Bayburt kavgası da yaşanmıştır. “Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun 1927 yılında çıkan ‘Erzurum Şairleri’ adlı kaynak eserinde (kitabın çıktığı tarihte Bayburt Erzurum’a bağlıdır) yer alan ‘Celâlî’ başlığı da hiçe sayılmış, bu bölümde yer alan ‘Bizi kınamayın Hakk’ı sevenler’ adlı koşma Sümmânî’ye mal edilmeye çalışılmıştır.” (Bkz. https://www.bayburtpostasi.com.tr/sik-summn-divaninda-cell-baba-siirleri-ve-kulnurinin-yutturmalari-makale,7970.html, E. T. 17.05.2024)
Ne acıdır ki Hacı Bektaş Veli’nin, Yunus Emre’nin, Taptuk Emre’nin başına gelen Celali Baba’nın da başına gelmiş ve bir Prokrustes yatağına yatırılarak Sünniliğe, özel olarak Nakşiliğe devşirilmiştir. “Celâlî, Nakşibendi tarikatına mensup bir âşık olmakla birlikte, Nakşibendi şeyhi Muhammed Beşir Erzincanî’ye bizatihi tabii olmuştur (Dizdaroğlu 1972: 6298; Haşlak 1963: 61). Âşığın, 14 yaşında çobanlık yapmaktayken gördüğü rüyada erenlerin kendisine bilezik taktığı, uyandığında ise irticalen şiir söyleme yeteneğini haiz olduğu bilinmektedir (Haşlak 1963: 11-12; Yanbeğ 1963: 13-14; Günay 1992: 120-121; Kurnaz ve Tatcı 1998: XXI).(Bkz. https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/celali-ahmed, E.T. 17.05.2024) Celali Baba Nakşiliğe bağlanınca elbette saz ya da çalgıyla ilişkisi de, onu devşirenler bakımından kendilerince avantaj haline gelmiştir; sanki bütün Alevi aşıkları saz çalıyormuş gibi; saz çalmıyorsa Alevi-Bektaşi olamaz sonucu çıkarılıvermektedir. Celali Baba bir çalgı çalmamakta, deyişlerini irticalen söylemekte, saz çalmayı bilen ve ölümünün ardından kendisi için bir ağıt dizdiği Mahmut adlı arkadaşıyla birlikte, dikkat çekici bir biçimde zamanında Alevi nüfusun yoğun olduğu Erzincan, Tercan, Erzurum, Elazığ gibi bölgelerde dolaşmaktadır. “Saz çalmayı bilmemesi konusunda Kurnaz ve Tatcı (1998: XXII), âşığın hem medrese tahsili almış olmasının, hem de Nakşibendi tarikatına bağlı oluşunun etkili olduğu görüşündedirler.” (Aynı yerde.) Anlaşıldığı ya da ima edildiği kadarıyla Nakşiliğin saz çalmaya karşı negatif bir refleksi söz konusudur ve Celali’nin saz çalmaması da bu refleks üzerinden Nakşiliğe bağlanmaktadır. Gerçekten de şiirlerine bakıldığında her ne kadar bir çoban olduğu ve yoksul bir hayat sürdüğü kaydedilse de eğitimli olduğu anlaşılmaktadır. “Kurnaz ve Tatcı (1998: XVIII) malum çalışmalarında, Celâlî’nin 14 yaşında iken, Akkoyunlu Ferahşah Bey tarafından yaptırılan Sünür Medresesinde öğrenim gördüğünü haber vermektedirler. Yine aynı çalışmada, âşığın medrese tahsili gördüğü yıllarda hocasının Hacı Hoca namıyla meşhur bir müderris olduğu bildirilmektedir.” (aynı yerde.)
İlgili iddialar Alevi-Bektaşiliğin alttan alta sözlü kültür olduğu imasına sığınmakta ve birinin herhangi bir medrese eğitimi görebilmiş olmasını, ancak Alevi olmamaklılığıyla açıklama niyetiyle hareket etmektedir. Medresede ya da günümüzde örneğin bir zamanlar var olan Yüksek İslam Enstitüsü’nde eğitim görmüş olmanın Alevi-Bektaşi olmaya engel olmadığını biliyoruz ki bunların en ünlülerinden biri –sevabıyla günahıyla- Mehmet Yaman Dede’dir. (bkz. Dede Mehmet Yaman, Alevilik, İnanç-Edeb-Erkan, Garip Dede Türbesi Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2007.) Kaldı ki Mehmet Yaman Dede’ye gelinceye kadar yolu medreselere düşmüş, buralarda eğitim görmüş, iyi Arapça ve Farsça bilen dedelerimiz zaten vardı. Celali Baba hakkında sınırlı da olsa çeşitli çalışmaların olduğunu aynı kaynak haber vermekte ve bunları listelemektedir de. Ama aynı zamanda Celali’nin çoğu eserinin kayıp olduğu da not edilmektedir. Dolayısıyla Celali’ye ilişkin bilgilerin ne ölçüde sahih olduğu tartışmaya açık bir konudur. Ancak elimizde olan şiirleri tartışma götürmez bir biçimde birçok alanda Celali’nin Nakşi dünyasına ait olmadığını da işaret etmektedir. Örneğin saza karşı bile negatif bir refleks taşıyan Nakşiliğin, Nakşi bir Celali’ye şu dizeleri söyletemeyecek oluşu bunlardan biridir:
“Bülbül-i nazım ü gazelim/ Ya hu diyen putperestim/ Kafir-i asl u ezelim/ Ya hu diyen putperestim//Aşkın safasında mahım/ Semaya dayandı ahım/ Ne Nebim var ne Allahım/ Ya Hu diyen putperestim// Dünya gencine karışmam/ Her üstada söz danışmam/ Namaz ehliyle konuşmam/ Ya hu diyen put perestim// Bir peri-peyker damamın/ Arzumend-i revanım/ Ne dinim var, ne imanım/ ya hu diyen putperestim// Ben Celali nazm-i gülzar/ Bülbül gülzar içre gülzar/ Ne Allah’ım ne Nübüm var/ Ya hu diyen putperestim//”
Celali Baba’yı Alevilik-Bektaşilikten koparmak isteyenler Celali’nin şiirlerini de koz ileri sürmektedirler ama yukarıda örnekle sınırlı olmamak üzere “şecaatin arz ederken sirkatlerini söylemekten de” öteye gitmemektedir bu iddiaları. Örneğin bir başka kaynak (Bkz. https://www.muhammedinur.com/forum/viewtopic.php?t=10697, E.T. 16.05.2024) Yrd. Doç. Dr Hamdi Güleç’e atfen şu bilgiyi vermektedir: “Âşık Celâlî Baba bir tarikata mensup olduğu için şiirlerinde aşk konusuna az yer vermiştir. Beşeri aşkı işleyen iki koşması vardır. Güzelliğin geçiciliğini aşağıda bir dörtlüğünü vereceğimiz koşmasında şöyle dile getirir: Âşık Celâlî Baba’dan bahseden bazı yazılarda onun Bektaşî-Alevi inancına bağlı olduğu ileri sürülür. Bu, şiirleri dikkate alınmadan doğmuş, yanlış bir yakıştırmadır. (Vurgu bana ait) Hiçbir şiiri bu iddiaya hak verecek nitelikte değildir. Tam tersine o Tanrı’sına gönülden bağlı Bektaşîlikle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir kişi olduğunu şu dörtlüğünde çok güzel ifade etmektedir:
“Nideyim alemde devleti malı/ Görünür toyluğun devr-i zamanı/Medet Mevlam medet, yanar Celali/ Bilen bilsin, kınayanlar kınasın.”
Neredeyse bütün şiirlerinde aşktan söz eden bir Alevi-Bektaşi’yi Alevilikten koparmak için verile verile verilecek örnek budur işte. Onda da iddia edildiği gibi güzelliğin geçiciliğine dair tek bir sözcük yoktur; eğer bu akademisyenlik iddiasındaki kişi güzellikten toyluğu anlamıyorsa elbette. Neyse ki dizedeki “devlet” sözcüğünü yorumlamaya kalkmamış! Ama kibir paçadan akmakta, muhataplarını şiirleri dikkate almamakla suçlarken kendisi dönüp herhangi bir şiire bakma cesaretini gösterememektedir, çünkü hakikat oradadır. Öyleyse hiç zorlamadan Nakşi olduğu iddia edilen şairimizin rastgele bir şiirini de ben örnekleyeyim:
“Yine dem vaktidir sâkî mey doldur/ Bize muammayı bulsun dediler/ Gezerim arş u kürsü arz u semâyı/ Mecnün’a Leylâ’yı bulsun dediler // “Cim” cemâlin “elif” “bâ”ya bağlamış/”Dal’dan evvel “mim”i “hâ”ya bağlamış // Üç harf ile beş noktaya bağlamış /Ol şems-i gülzârı bulsun dediler //İki meme bir bedenin dalıdır/Amel yeşilidir imân alıdır /Sen sanma ki cân cesedin mâlıdır /Celâli nutfeyi bulsun dediler”
Şu açık: Buradaki asıl sorun sünni ortodoks körlüğün aşk denildiği anda heteroseksist cinsiyetçi bir şeyi anlamasındadır. Aşk ya böyle bir şeydir ya da Tanrı aşkı mecazen, metaforik olarak anlatılmıştır. Ama hangi Nakşinin Tanrı aşkını ifade eden bir şiirinde iki meme böyle bütün güzelliğiyle salınır acaba? Daha şiirdeki “dem vaktinden ve sakinin mey doldurmasından” söz etmiyorum bile! Metaforların, mecazların, benzetmelerin, sembollerin kimseye gökten zembille inmediğini; bir şairin hiçbir ilgisinin olmadığı, yabancısı ve hatta düşmanı olduğu bir dünyanın bir bütün olarak ve en geniş anlamıyla o öteki/düşman saydığı dünyanın diliyle hemhal olamayacağı, olsa bile onlar gibi dile gelemeyeceği açıktır. Öyleyse örneğin şu dizeleri nereden almıştır Celali Baba; Nakşiliğin dünyası bu dünya mıdır?
“Haber ver saki bismillah bugün demhânemiz vardır /Gelen üftâdeye her dem dolu peymânemiz vardır /Çıkıp kürsîde ol vaiz bizi zemmetmesin her gün/Anın mescidi var ise bizim meyhanemiz vardır /Anâsır görmeden evvel hem Adem nutka gelmezden/Şarâb-ı âb-ı engüri içen mestânemiz vardır/ Biz harabat ehliyiz kâşanemiz viranedir/ Sâlik-i pîr-i mugânız tekkemiz meyhanedir/Pirimiz var arımız yok bu melâmet-hânede /Ta’n-ı âlemden ne gam gamhânmız peymânedir”
Bir şiir değerlendirilirken şiiri kuran unsurların hangi dünyadan, nasıl alınmış olduğu, üretilen coğrafyanın ilgili dönemde baskın kültürü, şiiri dizenin hayat hikayesiyle az çok ilgisi, şiirde geçen benzetmeler, metaforlar, mecazlar, semboller ve olayların işaret ettiği hususlar, vb. gözetilmek zorundadır. Tüm bunlar gözetilmezse herhangi bir şiiri orasından burasından tutarak Nakşiliğe bağlayıveririz. Bu mantıkla yaklaşıldığında Davut Sulari de Alevi-Kızılbaş gelenekten alınıp kolayca Nakşiliğe monte ediliverir. Ne de olsa Nakşiliğe övgüler dizen birden çok eseri vardır, değil mi ama? (Merak eden için iki örnek, bkz. https://www.youtube.com/watch?v=5UVZwTCmXa8 ve https://www.youtube.com/watch?v=wsSUdbVAAds) Oysa aynı Sulari “papucum çaldırdım namaz kılarken” de demekte (https://www.youtube.com/watch?v=l5BIRNYTZ_o) “Peygamberim Arap değil” de demektedir. (https://www.youtube.com/watch?v=AVDIsnDCj04) Davut Sulari Alevi-Bektaşi edebiyatı içinde Sünni ortodoksinin çok kolayca sahipleneceği bir figürdür ama sahiplenilememiştir çünkü öbür yandan, Alevi-Kızılbaş geleneği içindeki yeri çok açıktır.
Burada karşımıza çıkan bir diğer sorun, Alevi edebiyatının Kur’an bilgisi, özellikle ebcet ve Kur’an diline hakim olamayacağı yolundaki tümüyle yanlış ve inatla propagandası yapılan körlüktür. Alevi kültürü içinde Kur’an bilgisine ve diline hakim olan çok sayıda isim vardı; sayıları artık giderek azalsa da. Örneğin pek de ciddiye alınacak bir iddia olmasa da Mısır’ın ünlü El-Ezher medresesinde eğitim gördüğü rivayet edilen Halil Öztoprak da bunlardan biridir. Ayrıca, Sünni ortodoksi tarafından takibe uğrayan Hurufiliğin mirasının Alevilik içinde yaşıyor olduğu gerçeğini ihmal edilerek söz kurulamaz. Kaldı ki Celali Baba’nın da bir Alevi-Bektaşi olarak dönemin Of’lu softalarınca şikayet edildiği ve onbir ay hapis yattığı ve hatta şu şiirini de hapisten çıkınca söylediği de yine bu Nakşilik iddiasındaki kaynaklarca ileri sürülmektedir:
“Kalk hâb-ı nazından gözet dağları / Gör nice gül açmış donatır bulbul/ Âh çeker her seher sonu çağları / Âh odundan sakın, yana dur bülbül./ Sâkiler mecliste dolandı gene/Dem çeken âşıklar dalandı gene/ Aşkın deryâları bulandı gene/ Sebebi yeşil baş sunadır bülbül/ On bir ay mâtemin çilesi doldu/ Goncaların bağrı kızıl kan oldu/Demişsin Celâlî belâsın buldu/ Bugün bana yarın sanadır bülbül.”
Celali Baba’nın Bektaşi meşrepliliğini inkar etmek için başvurulan bir diğer argüman, Celali’nin taşıdığı Baba ünvanının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Efendim, güya o bir Baba filan değilmiş. Neymiş peki? Baba ünvan ve en önemlisi hitabı Nakşi dünyanın bir parçası olmadığı için kaçınılmaz olarak bu hitabı mahalli kültüre ya da Celâli ile Sûmmânî’nin kişisel ilişkisine indirgemek zorundadırlar. “Birbirlerine Celâli Baba, Sûmmânî Baba şeklinde hitap etmeleri, bu “Baba” kelimesinin tarikat kültüründen ziyade, mahalli bir hürmet ifadesi olarak kullanıldığını göstermektedir. Şair, bir
şiirinde bundan rahatsız olduğunu belirtir:
Bir kuru dâvada olmuşsun sebâ/ Geceler subha dek çalarsın hebâ/ Şöhreti dillerde Celâli Baba/ Bu ad bize bühtan olsa gerehdir.” (Bkz. https://www.bayburtrehberi.com/bayburt-rehberi/bayburt-kulturu/z-birakanlar/bayburtlu-celali-baba, 18.07.2024) Öyleyse soralım: Baba hitaplı başka bir Bayburtlu ozan var mıdır; meğer ki bu yaygın mahalli hitap olsun? Mesela en ünlüsü olan Bayburtlu Zihni’ye eğer bu hitap yaygın hitapsa neden Bayburtlu Zihni Baba denmiyor da, Celali’ye Baba deniliyor? Sözüm ona Celali’nin Baba hitap ve ünvanını reddetmesi meselesi ise yine bunu yanlış okuyan Alevi-Bektaşi yolunun, tarikatın esaslarını bilmeme cahilliğinden öteye gitmez. Celali’nin kendisine Baba denilmesinden kaynaklandığı iddia edilen rahatsızlığı, öncelikle Baba ünvanının tarikat içinde nasıl verileceğinin belli olması ve Celali Baba’nın bu basamaklarda yer alıp alınmadığının bilgisine sahip olmamaklığımızla ilgilidir; ikincisi ise hiçbir tarikat yolcusu, babalık mertebesine çıkmış olsa da kendisine baba denilmesinden hoşlanmaz. Bu tarikat alçakgönüllüğülünü zedeler. Kişi kendine baba olmaz, yol evlatlarına baba olur. Ek olarak, belirtmek gerekir ki Alevi Bektaşi dünyasında baba sıfatı aynı zamanda özellikle rehberlik yapanlar için ya da cenaze erkanını yürütenler için de kullanılır. Ayrıca mahalli bir hitap olarak değil, Alevi Bektaşilerin birbirine hitabında “baba sultan” biçiminde de kullanıldığı gibi, bugün bu dünyada baba adıyla bilinen ünlü Kızılbaş figürler, yatırlar ve ziyaretler de vardır. Hatta bu dünya, esasen hiçbir yatır, türbe içermeyen ama ziyaret olarak bellediği bir şeye, bir yere de baba adını eklemektedir.
İnat da bir murattır derler. Celali’yi Nakşiliğe bağlamak için Sünni ortodoksi sonunda bir de efsane uyduruverir ama uydurduğu efsane kendini yalanlar. Efendim, sözüm ona bir nakşibendi şeyhi Celali’nin köyüne gelir ve “Celali, bizden el alsan iyi olur” der. Peki, Celali ne der? “Ben el almışam!” Celali’ye bu yanıtı verdiren el kimin elidir peki? Körleşmiş zihniyet elbette bu sorunun peşine düşmez. Onun yerine bu yanıtı üstüne Celali’yi dermansız derde düşürür ve sonunda Celali güya o nakşi şeyhine haber salıp Nakşiliği Kabul ederek deva bulur. Yoksa çoktan cenaze hazırlıkları yapılmaktadır. (Aynı yerde.)
Ancak Celali’yi nakşiliğe bağlamak o kadar da kolay değildir; çünkü şiirlerinde Ali ve ehlibeyt aşkı, övgüsü bulunmaktadır; dolayısıyla bunların da yontulup, olmuyorsa kesilip atılması gerekmektedir. Olmadığı içindir ki yukarıdaki efsane gibi, yine uydurma bir yorumla karşımıza çıkarılır zorunlu olarak. Aynı kaynak Dr. Gıyasettin Aktaş’a atfen ki o da eserlerinin sayfa numaralarını bile vererek,esasen Celali’yi nakşiliğe bağlamak için büyük mücadele veren asıl asimilasyonits olan iki isme Prof. Dr. Cemal Kurnaz ile zamanında Yrd. Doç. Dr olan şimdinin profesörü Mustafa Tatçı’ya yaslanarak (bu eser için, bkz. Cemal Kurnaz, Mustafa Tatcı, Aşk Çağlayanı Bayburtlu Celâli, Reyhan Basımevi, Ankara, 1998 ve ayrıca bkz. Cemal Kurnaz, Mustafa Tatcı Bayburtlu Celâlî ve Şiir Dünyası MEB Yayınları, Ankara, 2000. Öyle anlaşılıyor ki dijital dünyada bulunan Celali’yle ilgili yalan yanlış okumaların asli kaynağı bu iki kitaptır) şöyle der: “Celâlî, birçok sohbetlerinde Hz. Ali kerremallahu vechehu’yi övmüş ve onun İslâm âlemine yaptığı hizmetlerden söz etmiştir. Bunun üzerine şâiri onu Âlevî olduğunu zannetmişler. Bunun üzerine Celâlî, onlara şöyle cevab verir:
El-amân elinden fitne-i devrân/ Âb-ı kevser versem zehir aş derler/ Şatt gözümden aksa Fırat dilimden/ Elim elmas dökse kara taş derler/ Gör nice danışır yahşi yamanı /Aman Allah yok mu bunun imânı/ Her nerde çalınsa bir sâz kemânı / Bu nasıl tecellî hep savaş derler/ Aşk ile âh edüp kanım dökerim /Kantar ile derd ü belâ çekerim /Sultan Yaveri’nin harbin öğerim /Celâlî süd-be-süt Kızılbaş derler” (Bkz. https://www.muhammedinur.com/forum/viewtopic.php?t=10697, E. T. 17.05.2024)
Şimdi burada dikkat edilmesi gereken husus nedir; Celali’nin Alevi-Bektaşi-Kızılbaş olup olmadığından ayrı olarak? Dizelerin bize söylediği şey, açık bir biçimde adının Kızılbaşlığa –hem de süd-be-süt- çıkmış olduğudur. Bu da bize Celali’nin şiirleriyle Ortodoks dinsellik için bir tehdit olarak algılandığını gösterir; yani şiirlerinde dile gelen hakikatin ortodoksiyle bağdaştırılamadığı açıktır. Kendi meşrebi ne olursan olsun, o günden bugüne birine Kızılbaşlık atfı daima ahlaki bir suçlama, özel olarak cinsel bir suçlama içerir ki ensesti ifade eder. Bundan dolayı da birinin adının Sünni muhataplarınca Kızılbaşa çıkarılması alenen onun ahlaksızlığını, cinsel soysuzluğunu ifade eder. Osmanlı’nın bu terimi bütün negatif yüküyle kullandığını ve tam da bu yüzden uzun bir dönem (toplulukların kendi içinde olmasa bile) Alevi edebiyatı içinde Kızılbaş sözünün aleni bir biçimde üstlenilmediğini görüyoruz. Bu durumda bütün Kızılbaşları Nakşi mi saymalı acaba?
Sonuç olarak ne ölçüde aksi iddia edilirse edilsin, ortaya açık bir kanıt konulmadıkça, benim için Celali Baba Alevi-Bektaşi edebiyatının bileşenlerinden biridir. Bu anlamda ben de bu alanın duayenlerinden Abdülbaki Gölpınarlı’ya katılıyorum. Gölpınarlı, ilgili eserinde Celali Baba’yı Bektaşi şairlerinden biri olarak zikreder. (Bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Alevi Bektaşi Nefesleri, Remzi Ktb. Yayınları, İstanbul, 1963, s. 10 ve s. 230) Celali’yi Alevi Bektaşi olarak zikreden bir diğer kaynak İsmail Özmen’indir. (Bkz. İsmail Özmen, Alevi Bektaşi Şiirleri Antolojisi, Cilt 4. 19. Yüzyıl, Saypa Yayınları, Ankara, 1995, s. 497-500. Bu yazıda zikredilen nefesler, varsa öncelikle Gölpınarlı’dan, sonra Özmen’den ve nihayet dijital bir kaynak olarak Celali’nin bütün nefeslerini ihtiva ettiği iddiasına sahip şu kaynaktan alınmıştır: https://www.gonullersultani.net/kutuphane/celali-baba-divani.html, E.T. 15.05.2024) Bu yazı için ayrıca Turgut Koca Halifebaba’nın kitabına da bakmak gerekiyordu ama ne yazık ki o elimin altında yoktu. (Bkz. Turgut Koca, Bektaşi Alevi Şairleri Nefesleri, Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1990.) Kim ne derse desin, şimdilik benim için Celali, hem ortodoksluğun en koyu temsilcisi Nakşiliğin celalisi, hem de Bektaşidir Bektaşi. Bu nedenle de Ortodoks kültürden çok Aleviler tarafından seslendirilmiş ve tanıtılmıştır. Örneğin ünlü bir başka Celali Baba demesini Yavuz Top seslendirir; “Nedir bu sevdalar, serde ilahi?” (Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=49nq2nSTlic) Rivayete göre, Celali Baba’nın son şiiridir bu ama büyük ihtimalle şiirin dizelerinden hareketle bu yakıştırma yapılmıştır. Ama Sünni Ortodokslara kalsa Feyzullah Çınar’ın seslendirdiği Kaygusuz bile Sünnidir; ne de olsa 17.780 olan bir senenin farzı ile sünnetini bildiği gibi, yüzyıllık daha namaz bilmektedir. (Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=SUckK7J5zts, Namaz)
Artık yavaş yavaş günümüze, “Kınamayın Beni Hakkı Sevenler”e gelebiliriz.
DEVAM EDECEK, GELECEK SAYIDA: KINAMALI SİZİ HAKKI SEVMEYENLER-3