Salı, Temmuz 8, 2025

Doç. Dr. Ayfer Karakaya-Stump: Mezhepçiliğin Gündelik Hâlleri ve Kemal Kılıçdaroğlu Vakası

Date:

Ayrıcalık, ona sahip olanlar için görünmezdir.[1]
Michael Kimmel

Bundan 10 küsur yıl önce “Alevifobi ve Yüzleş(eme)mek” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Yazıda Alevifobiyi “çoğunluğunu Sünni Müslümanların oluşturduğu Türkiye’de adı konulmadan yüzyıllarca varolagelmiş, inançsal önyargıları aşan, toplumun geneline nüfuz etmiş Alevi karşıtlığı” olarak tanımlamıştım. Ana tezim, yaygın kanaatin aksine Alevifobik refleksin yalnızca milliyetçi-muhafazakâr çevrelerle sınırlı kalmadığı, tersine laik veya liberal eğilimli kişi ve gruplarda da, kimi zaman ters yüz edilerek görmezden gelme şeklinde, kimi zaman ise “egzotikleştirme” biçiminde kendini gösterdiğiydi. Aynı yazıda ayrıca Alevifobinin siyasi olduğu kadar sosyo-kültürel boyutları da haiz çok katmanlı bir mesele olduğunun altını çizmiştim.[2]

2023 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi süreciyle başlayıp, seçimin hemen ardından yapılan CHP kurultayının şaibe iddiaları nedeniyle yargıya taşınmasıyla birlikte son haftalarda yeniden alevlenen—partinin söz konusu kurultaydan önceki 13 yıl boyunca genel başkanlığını yapmış ve 2023’te de cumhurbaşkanı adayı olmuş—Kemal Kılıçdaroğlu etrafında örülen tartışmalar ışığında konuyu yeniden ele alma ihtiyacı duydum. Ancak bu kez meseleyi, Alevifobi kavramının ötesine geçerek, daha geniş bir çerçevede “mezhepçilik” kavramı üzerinden değerlendirmek istiyorum. Bu kavram aracılığıyla, Kılıçdaroğlu’na yöneltilen, alışılmışın çok ötesinde bir sertlikte ve sıkça da mezhepçi alt tonlar ve imalar barındıran tepkilerin altını çizip, bunların daha derinlikli bir çözümlemesine katkı sunmayı umuyorum.

Mezhepçilik: Bir Yapısal Ayrımcılık Biçimi

Burada kullandığımız anlamıyla mezhepçilik, Sünni normatifliğe dayanan, tarihsel süreçte kurumsallaşarak olağanlaştırılmış ve toplumsal bilinçte içselleştirilmiş bir sosyo-dinsel hiyerarşiyi ifade eder. Bu bağlamda mezhepçilik, yalnızca belirli gruplara yönelik önyargı ya da olumsuz duygularla sınırlı değildir; onun ötesinde, daha derin ve yapısal bir güç ilişkisini yansıtır. Dolayısıyla sistemik niteliği ve barındırdığı güç ilişkisi itibariyle mezhepçilik, ırkçılık gibi diğer yapısal ayrımcılık biçimleriyle karşılaştırılabilir.

Ancak kısmen postkolonyal yaklaşımların —özellikle de Ortadoğu Çalışmaları bağlamında sıklıkla İslam ve Müslüman apolojisine evrilen— kimi sorunlu eğilimleri nedeniyle İslam ülkeleri bağlamında, Batı’daki ırkçılık çalışmalarına benzer derinlikte ve kuramsal sofistikasyona sahip “mezhepçilik çalışmaları” alanı gelişmemiştir. Bu önemli boşluk nedeniyle, Kemal Kılıçdaroğlu etrafında dönen tartışmalarda sıkça karşımıza çıkan dolaylı ve kodlanmış mezhepçilik tezahürlerinin tespitinde, ırkçılık çalışmaları literatüründe yıllar içinde oluşmuş analitik birikimden yararlanmak yerinde olacaktır. Esasında Batı akademik dünyasında anti-Semitizm veya İslamofobi gibi din temelli ayrımcılık biçimleri de çoğu zaman ırkçılık başlığı altında değerlendirilir. Ancak ben, benzer bir aynileştirmenin Ortadoğu ve Türkiye bağlamında uygun olmadığını; tersine, bazı özgün dinamikleri ve nüansları perdelediğini düşünüyorum. Bu nedenle mezhepçilik kavramını, ırkçılıkla yapısal ve işlevsel benzerlikler taşıyan fakat ondan bağımsız bir kavramsallaştırma olarak kullanmayı tercih ediyorum.

Tıpkı Batı’daki beyaz üstünlükçülüğüne dayalı ırkçılık gibi, mezhepçilik de dinsel, toplumsal ve siyasal düzlemde Sünni-Müslüman üstünlüğü fikrini içerir. Sünni gelenekte “mürtet” (din dışına çıkmış) olarak görülen Sünnilik dışı grupların —dört Sünni mezhebin ortak ve yerleşik görüşüne göre— katli vacip ve farzdır; yani yok edilmeleri gerekir. Ancak tarih boyunca, çeşitli sosyal ve ekonomik nedenlerle —özellikle de toprağı işleyecek insan gücüne duyulan demografik ihtiyaçlara binaen— bu tür toplulukların varlığı, ana akımın çeperlerinde de olsa, belli ölçüde tolere edilmiştir. Ne var ki bu tolere edilme hali, Sünniliğin norm ve üstün konumda olduğu bir toplumda, söz konusu toplulukların Sünnilerin önüne geçmemesi, geri planda kalması, hatta görünmez olması gibi yazılı olmayan şartlara bağlanmıştır. Bu açıdan Aleviler ve benzeri grupların durumu, İslami hukuk altında yaşayan gayrimüslimlerin konumuyla da benzeşir. Her ne kadar İslam şeriatı, “heterodoks” ya da “din dışı” sayılan gruplardan farklı olarak ehl-i kitap kabul edilen Yahudi ve Hristiyanlara zimmî (korunan topluluk) statüsü vererek onları hukuken tanımış olsa da, bu statü de söz konusu toplulukların Sünni-Müslüman yönetimini ve üstünlüğünü kabul etmeleri, yani bir anlamda ikinci sınıf vatandaşlığa razı olup, ona uygun şekilde davranmaları şartına bağlanmıştır. Her iki durumda da, tolere edilme halinin sınırları, bu toplulukların “yerlerini bilmeleri” ve “hadlerini aşmamaları” gerektiği önkabulüyle çizilmiştir.

İşte tam da bu noktada, söz konusu sınırların ihlal edildiği ya da dışına çıkıldığı düşünülen durumlarda mezhepçilik, sıradan gündelik ayrımcılıkların ötesine geçerek, kendini daha sert, “had bildirici” tepkilerle veya doğrudan cezalandırıcı eylemlerle gösterir. Mezhepçiliğin en uç ve açık tezahürü kuşkusuz fiziksel şiddettir. Türkiye ve Alevilik bağlamında, 1993 yılında yaşanan Sivas Katliamı bu türden bir örnektir. Yıllardır kırsalda yapılan bir Alevi etkinliğinin “Müslüman Sivas’ın” şehir merkezine taşınması, yani kimilerine göre olması gerekenden fazla görünür hale gelmesi, bu saldırının ardındaki sosyo-psikolojik dinamikleri anlamada önemlidir. Sünni-Müslüman bir güruhun (kimler tarafından harekete geçirilmiş olabilecekleri ayrı bir tartışma konusu olmak üzere) bir oteli içinde insanlar varken yakması ve bunu neredeyse bir kutlama havasında yaparak 33 kişiyi öldürmesi, mezhepçiliğin şiddetle kesiştiği noktayı çarpıcı biçimde ortaya koyar.

Ancak mezhepçilik her zaman bu kadar yoğun ya da doğrudan fiziksel şiddet içeren biçimlerde tezahür etmez. Bu yazıda da vurgulamak istediğimiz gibi, mezhepçiliğin ifade biçimleri —tıpkı ırkçılık ve diğer yapısal ayrımcılık türlerinde olduğu gibi— çok daha geniş ve çeşitlenmiş bir yelpazeye yayılır. Bu yelpazede, doğrudan ya da dolaylı, açık ya da örtük, kaba ya da incelikli biçimlerde ortaya çıkan mezhepçi tutum ve tepkiler; şiddetin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda yapısal, söylemsel ve sembolik düzeylerde de işlediğini gösterir. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu örneğinde de gördüğümüz gibi, mezhepçi yaklaşımlar —ırkçılıkla benzer şekilde— çeşitli olumsuz ön kabuller, kullanılan dil ve kelimeler, bireyleri inanç ya da etnik temelli kimliklerine indirgeme, komplo teorileri üretme, ötekileştirme ya da romantize etme, kendi önyargılarını azınlıklara yansıtma (projeksiyon) ve kişileri çoğunluk ya da azınlık konumlarına göre farklı standartlara tabi tutma gibi çeşitli biçimlerde tezahür etmektedir.

Bir “Öteki” Olarak Kemal Kılıçdaroğlu

Kendisi hiçbir zaman inançsal ya da etnik kimliğini siyasetinin merkezine koymamış olsa da, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi ve Zaza kökenli olduğu kamuoyunca bilinmektedir. Dahası, Türkiye’de Alevi nüfusun çoğunluğu oluşturduğu tek il olan —ve aynı zamanda Cumhuriyet döneminin en büyük Alevi katliamının gerçekleştirildiği— Dersim’de (bugünkü adıyla Tunceli) doğup büyümüştür. Fakir bir ailenin yükseköğrenim gören tek çocuğudur. Tüm bu özellikleriyle, ama bilhassa da inançsal ve etnik kökenleri bakımından Kılıçdaroğlu, Sünnilik ve Türklük ekseninde tanımlanan “makbul vatandaş” kimliğinin tüm boyutlarıyla “ötekisi” konumundadır.

Kemal Kılıçdaroğlu, uzun yıllar devlet bürokrasisinde görev yaptıktan sonra, davet üzerine siyasete girmiş ve 2010 yılında yapılan seçimle ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkanı olmuştur. Dürüst kişiliği ve nezaketiyle hemen herkesin saygısını kazanan Kılıçdaroğlu, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların yaklaşık %48’ini almayı başarmış; ancak seçilememiştir. Seçimin ardından partide yükselen tepkiler üzerine, bizzat kendi çağrısıyla toplanan olağanüstü kurultayda, genel başkanlık görevini uzun yıllar birlikte çalıştığı ekip arkadaşlarından biri olan Özgür Özel’e devretmiştir. Kemal Kılıçdaroğlu, tüm siyasi kariyeri boyunca —CHP seçmen tabanında Alevilerin önemli bir ağırlığı bulunmasına rağmen— hiçbir zaman Alevi kimliğini ön plana çıkarmamış, Aleviliği önceleyen söylemler veya politikalar benimsememiştir. Tersine, zaman zaman partililerin fazlaca sağa kaydığı yönündeki eleştirilerine rağmen, sağ-sol ve Sünni-Alevi kutuplaşmasını aşmayı hedefleyen kapsayıcı bir siyaset dili geliştirmeye çalışmıştır. Öyle ki, Aleviliğini kamuoyu önünde ilk ve son kez açıkça dile getirmesi ancak 2023 seçim kampanyasının son aşamasında, kısmen toplumsal baskılar neticesinde mümkün olmuştur. Alevi kimliğini açıklamak konusundaki tüm bu sakınır tavrına veya çekingenliğine rağmen, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Alevi kökenli bir siyasetçinin ulaşabildiği en yüksek siyasi mevkiye ulaşan isim olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Görünmez Engeller: Kılıçdaroğlu’nun Adaylığı ve Mezhepçi Tepkiler

Kemal Kılıçdaroğlu, Alevi kimliğini siyasi kariyerinin dışında tutmaya ne kadar özen gösterse de, özellikle sağ-muhafazakâr çevrelerden, Alevi ve Dersimli kimliğine yönelik açık ya da dolaylı göndermeler içeren mezhepçi tepkilere ve mikro saldırılara en başından beri maruz kalmıştır. Başta rakibi AKP’li Recep Tayyip Erdoğan, dönem dönem Kılıçdaroğlu’nun Alevi-Dersimli kimliğine atıfta bulunmuş; mesela bu kimlik üzerinden onun dini bilgisini sorgulayarak veya Suriye iç savaşı esnasında mevcut yönetime karşı İslamcı grupları destekleyen AKP dış siyasetine karşı CHP’nin eleştirilerini partinin genel başkanının inançsal kimliği ile bağlantılandırmak suretiyle Sünni-Müslüman seçmen nezdinde itibarını sarsmaya çalışmıştır. Bu yönüyle Erdoğan, kendisinden önce gelen ve özellikle 1960’lar ile 70’lerde siyasal olarak sola yakınlaşan Alevileri sol karşıtı söylemlerinde araçsallaştırmaktan çekinmeyen diğer sağ siyasetçilere benzetilebilir. Ancak burada dikkat çeken fark, Erdoğan’ın mezhepçilik kartını seleflerine kıyasla çok daha açık, kişiselleştirilmiş ve sistematik bir biçimde kullanmasıdır. Sağ cenahtan Kılıçdaroğlu’na yönelik kimliği üzerinden yapılan bu açık veya dolaylı saldırılar zaman zaman fiziksel şiddete de evrilmiştir; örneğin katıldığı bazı şehit cenazelerinde ¾taşıdığı “öteki” kimliğine imayla ¾ orada olması sorgulanmış, hatta kendisine yönelik linç girişimlerinde bulunulmuştur.

Ancak bizim bu yazıdaki odak noktamız Kılıçdaroğlu’na yönelik iktidardan veya sağcı kesimlerden kaynaklanan ayırımcı söylemler ve saldırılar değil, kendilerini seküler (ulusalcı), liberal veya solcu olarak tanımlayan cenahtan gelen — ki ortak noktaları AKP’ye muhalefet olduğu için topluca muhalifler olarak bahsedeceğiz— zaman zaman aleni, zaman zaman üstü örtülü mezhepçi tepkilerdir. Bu tepkilerin ilk olarak ciddi bir şekilde ortaya çıkışı, 2023 yılı cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreçtedir. Bu süreçte —ana muhalefet partisinin lideri olarak, bizzat mimarı olduğu muhalif cephenin en doğal cumhurbaşkanı adayı olduğu düşünülebilecek olmasına rağmen— Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı içeriden sesler yükselmiştir. Bu yükselen seslere göre Kılıçdaroğlu adaylıkten vazgeçip, ondan daha çok oy alacağına inanılan İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu veya Ankara Büyülşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın aday olması gerekmekteydi. Bu muhalefet içi itirazlara ragmen —İBB’nin veye ABB’nin belediye başkanının istifa edip cumhurbaşkanı adayı olmaları halinde ilgili belediyenin AKP’ye teslim edilmiş olacağı gerekçesini de önde sürerek— Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda kararlı tavrını sürdürmüş ve kendi parti yönetiminin de desteğiyle aday olmuştur.

Bu süreçte en dikkat çekici unsurlardan biri, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylıktan vazgeçmesi gerektiği yönündeki argümanların niteliği ve mezhepçi tonlarıdır. Bu bağlamda, ilgili dönemde gündeme gelen “seçilebilir aday” tartışması özellikle çarpıcıdır. Her ne kadar bu ifade ilk olarak, AKP’ye muhalif partileri bir araya getiren Altılı Masa’nın ikinci büyük ortağı olan milliyetçi çizgideki İYİ Parti üyeleri tarafından kullanılmış olsa da, ifadenin arkasında yatan Sünni mezhepçi hassasiyeti açıkça dile getiren ilk kişinin, CHP’nin solunda konumlanan Türkiye İşçi Partisi milletvekili Ahmet Şık olması dikkat çekicidir. Şık’ın, “Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi olmasının Türkiye toplumu ve siyaseti için bir mesele olduğunu kavrayarak hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum” şeklindeki ifadesi, onu cumhurbaşkanlığı adaylığından feragat etmeye ikna etmeye yönelik bir çağrıydı. Bu açıklamanın, Türkiye’de kendini alternatif bir medya platformu olarak konumlandıran ve sol-liberal tandansıyla bilinen Medyascope’ta yapılmış olması da ayrıca not edilmeye değerdir.

İlginçtir ki, muhalif kesimden Ahmet Şık’ın bu sözlerine ne gereken ciddiyette ve ideolojik tutarlılıkta ne de yeterli yaygınlıkta bir eleştiri gelmemiştir. Aksine, Şık’ın ifadeleri çoğu zaman muhalif çevrelerce masumane bir durum tespiti olarak aklanmaya, hatta savunulmaya çalışılmıştır. Oysa bu sözler, ülkede Sünni üstünlüğüne dayalı, içselleştirilmiş mezhepçi bir sosyo-dinsel hiyerarşinin varlığını yalnızca itiraf etmekle kalmıyor, aynı zamanda onu normalleştiriyordu. Zira bu ve benzeri arümanlar mezhepçi tavrın mücadele edilmesi gereken bir sorun, değil kabul edilmesi gereken bir gerçeklik olduğu önermesini içeriyordu. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, söz konusu yaklaşım; bir toplumdaki yaygın ırkçılığı gerekçe göstererek siyahi bir adaya ya da mizojiniyi gerekçe göstererek kadın bir adaya karşı çıkmaktan farksızdır. Oysa Ahmet Şık gibi kendini solda konumlandıran kişilerin taşıyıcısı olduklarını iddia ettikleri ilerici siyasetin, tanımı gereği, bu tür eşitsizlikleri “halk henüz hazır değil” gibi gerekçelerle olağanlaştırmak ya da onlara teslim olmakla değil, toplumu bu eşitsizlikleri aşacak biçimde dönüştürmeyi hedeflemekle mükellef olduğunun altını çizmek gerekir.

Mezhepçi kabullerin kendine seküler, liberal veya sol diyen muhalefet içinde dahi bu denli rahatlıkla dile getirilebilmesi, mezhepçiliğin yalnızca bireysel önyargılarla açıklanamayacağının açık bir göstergesidir. Bu durum, Türkiye’deki siyasal tahayyülün sınırlarını çizen ve “makbul vatandaş” tanımını şekillendiren daha derin yapısal kodlara işaret eder. Osmanlı döneminin bir mirası olarak Cumhuriyet tarihi boyunca Alevi kimliğinin kamusal alanda görünürlüğü sınırlandırılmış; devletin kurumsal refleksleri tarafından Aleviler “öteki” ve “sorun” olarak kodlanmıştır. Bu nedenle bir Alevi siyasetçinin, özellikle de cumhurbaşkanlığı gibi en yüksek temsili makama aday olması, yalnızca güncel bir siyasi mesele değil, aynı zamanda bu tarihsel ve sosyo-politik kodlarla doğrudan temas eden, bu anlamda içselleştirilmiş sosyo-dinsel hiyerarşiyi ihlal eden bir kırılma anı niteliğindedir. Her ne kadar daha sonra Kılıçdaroğlu’nun adaylığına aynı “seçilemez aday” söylemiyle karşı çıkanlar, bu tür ifadelerin içselleştirilmiş mezhepçi reflekslerle bağlantısını görmezden gelmeye ya da üzerini örtmeye çalışsalar da, bu söylemlerin Sünni-Müslüman çoğunluğun norm kabul edildiği bir toplumda, bir Alevi siyasetçinin ülkedeki en yüksek mevkiye adaylığının hâlâ bir anomali olarak algılandığının bir işareti ve bu algının dışa vurumu olduğuna şüphe yoktur.

İlginçtir ki ilgili muhalif çevreler, bir yandan toplumdaki Alevi karşıtlığına dikkat çekerek Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıkarken, diğer yandan da —daha çok bu tür tepkilerin mezhepçiliğin bir tezahürü olduğunu belirten eleştirilere mukabele olarak— onun Alevi-Dersimli kimliğinin kendileri için yalnızca bir “ayrıntı” olduğunu da iddia etmiştir. Oysa Türkiye toplumunda mezhepçiliğin ciddi ve yapısal bir sorun olduğu, Ahmet Şık’ın da ima ettiği gibi, inkâr edilemez bir gerçektir. Tam da bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun “öteki” kimliği bir “ayrıntı” değil; aksine, bu süreçte hayati bir öneme sahipti. Zira Alevi-Zaza kimlikli bir siyasi figür olarak onun cumhurbaşkanlığı adaylığı, Sünni-Türk kimliği üzerine inşa edilmiş “makbul vatandaş” tanımını radikal biçimde sorgulamak ve onun yerine daha kapsayıcı ve demokratik bir ulusal kimlik inşa edebilmek açısından önemli bir fırsat sunmaktaydı. Bu bağlamda, ülkede ilerici siyaseti temsil ettiğini iddia eden kişi ve kesimlerin, Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğini hem adaylığının önünde bir engel olarak öne çıkarması hem de aynı anda bir “ayrıntı” olarak önemsizleştirmeye çalışması oldukça manidadırdır. Bu durum bir çelişki gibi görünse de, aslında her iki tutumun altında yatan dinamik aynıdır: Alevi kimliğinin hâlâ görünmez kılınması gereken bir “farklılık” olarak algılanması ve mezhepçilik sorununun üzerinde açıkça konuşulmaktan imtina edilen bir tabu muamelesi görmeye devam etmesi.

“Seçilemez Aday”dan “Dersim Çetesi”ne: Kılıçdaroğlu Üzerinden Alevi Toplumuna Yöneltilen Nefret Söylemleri

Mayıs 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iktidar değişikliğini sağlayamaması, Türkiye’deki muhalif toplumsal kesimlerde derin bir hayal kırıklığına yol açtı. Bu bağlamda kaybedilen yalnızca bir seçim değil, aynı zamanda otoriterleşme eğilimi giderek artan sağ siyasal iktidar karşısında daha demokratik ve barışçıl bir siyasal düzen tahayyülüydü. Bununla birlikte, seçim sürecinde ve sonrasında yaşanan gelişmelerin Alevi toplumu açısından —özellikle de kendini büyük ölçüde Atatürkçü ve seküler kimlik üzerinden tanımlayan ve düzenli olarak CHP’ye oy veren ana akım Alevi seçmen grubu için— muhalefetin geneline kıyasla daha derin bir sarsıntı ve kırılma yarattığı söylenebilir.

Zira seçim öncesinde “seçilebilir aday” söylemi çerçevesinde gündeme gelen ve Alevi kimliğinin kamusal meşruiyetini sorgulayıcı bir eksende süren tartışma, Kılıçdaroğlu’nun adaylığının kesinleşmesiyle bambaşka bir boyuta evrildi. CHP’nin bir “Alevi partisi” olduğu yönündeki sağ siyasetin geleneksel komplo teorilerinin, bizzat kendini CHP’li olarak konumlandıran bazı kişilerce yeniden üretmesiyle ve “partiyi bir Dersimli çete yönetiyor” ya da “Aleviler partiyi ele geçirdi” gibi iddialarla, Alevi kimliğini ve Alevi yurttaşları hedef alan açık bir nefret kampanyasına dönüşen tartışma, böylece CHP’li Aleviler özelinde daha geniş bir toplumsal kesimi sembolik şiddetin nesnesi hâline getirdi.

Dahası, bu nefret söylemlerine tepki gösteren Aleviler paradoksal bir biçimde —ve eşitlik isteyen siyahileri ırkçılıkla suçlama tadında bir ironiyle—mezhepçilik yapmakla, hizipçilikle ve provokatörlükle itham edildiler. Hatta geçmişteki Alevi katliamlarına açıkça referans veren ve adeta onlara “haddini bildirme” çağrısı yapan, binlerce beğeni toplayan sosyal medya paylaşımları yapıldı. Ancak bu kez travmatik etkiyi katlayan çok çarpıcı bir fark vardı: Alevifobik söylemlerin başat taşıyıcıları dindar ya da muhafazakâr kimlikler değil, kendilerini “Kemalist” ve “laik” olarak tanımlayan, çoğu zaman da CHP ile özdeşleş(tir)en kişi ve çevrelerdi.

Nefret söylemleri, çoğunlukla sayıca azınlıkta olan toplumsal grupları hedef alarak, onları homojen ve kolektif biçimde resmeden genelleyici ve dışlayıcı bir kurgu inşa eder. Bu tür söylemlerde, hedef grubun üyeleri ortak çıkarları paylaşan, toplumun geri kalanının aleyhine gizli bir gündem doğrultusunda hareket eden monolitik bir yapı olarak sunulur. Böylece azınlık gruplarına karşı ötekileştirici, hatta şeytanlaştırıcı bir algı inşa edilir. Özellikle (aşırı) sağ ideolojiler, azınlıkları toplumun yapısal sorunlarının kaynağı olarak işaretleyerek onları kolaylıkla günah keçisi haline getirebilir ve bu tür algılar üzerinden baskın grup üyelerini söz konusu azınlığa yönelik nefret suçlarına yönlendirebilir. Nitekim 20. yüzyılda yaşanan Alevi katliamları, “İslam’ı ve Müslümanları koruma” söylemi etrafında örgütlenen böyle bir mobilizasyonun tarihsel örnekleri arasında yer almaktadır. Bu tür söylemler, Alevi kimliğini tehdit veya ihanet unsuru olarak konumlandırmak suretiyle, kolektif şiddeti meşrulaştıran bir zemin yaratmıştır.

2023 cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ve sonrasında kendini Kemalist, laik, hatta sol olarak tanımlayan çevrelerden yükselen Alevifobik söylemler, ideolojik çerçeveleri ve referans noktaları farklı olsa da (örneğin ümmet yerine ulus ya da din yerine parti gibi), benzer bir dışlama mantığının seküler bir zemin üzerinden yeniden ifadesinden başka birşey değildir. Diğer bir deyişle, Aleviler sadece dindar-muhafazakâr-milliyetçi tahayyüller içinde değil, seküler-sol-liberal tahayüller içinde de bir tür “iç öteki” konumuna yerleştirilmekte, hem ulusal kimliğin “saf” ve “meşru” biçimleriyle hem de siyasal aidiyetin “doğru” temsil biçimleriyle uyumsuz olarak konumlandırılmaktadır.

Bu söylemler bugüne dek doğrudan bir şiddete dönüşmemiş olsa da, İslamcı ve Kemalist çevrelerdeki Alevi karşıtı söylemlerin yapısal benzerliklerini göz ardı etmek mümkün değildir. Örneğin, kendisini ateist ve Kemalist olarak tanımlayan ve 20 binden fazla takipçiye sahip bir sosyal medya hesabından yapılan bir paylaşımda, Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden tüm Alevi toplumunun kriminalize edilmesi dikkat çekicidir. Paylaşım kamuoyundan anlamlı bir tepki görmeden dolaşıma girmiştir. Bu —hiçbir şekilde tekil olmayan—örnek, Alevifobik söylemlerin yalnızca muhafazakâr değil, aynı zamanda seküler muhalif çevrelerde de normalleştiğini göstermesi bakımından oldukça çarpıcıdır:

“Kılıçdaroğlu’nu 13 yıldır koltukta tutan temel güç dinamiği: Alevilik, Anadolu tarihindeki en büyük siyasal gücüne Kılıçdaroğlu’nun Chp başkanlığı ile erişti. 10 Yıldır da oy verip duruyoruz Dinsizler ve Laikler olarak. Fakat Kılıçdar hizbi, bu statüyü kaybetmek istemiyor.”

Bu paylaşım, görünürde siyasi bir değerlendirme gibi sunulsa da, yapısal olarak açık biçimde mezhepçi, dışlayıcı ve hedef gösterici bir söylem içermektedir. Aleviliğin bir “kimlik” değil, bir “çıkar grubu” olduğuna dair mezhepçi bir klişeyi tekrar eder ve Alevilerin siyasal katılımını kolektif çıkarcılık ya da hizipçilik olarak damgalar. “Hizip” kelimesi tarihsel olarak hem İslami hem de siyasal bağlamda bölücü, fitneci, çıkarcı grup anlamları taşır. Bu bağlamda “Kılıçdar hizbi” ifadesi, hem Alevi kimliğine hem de Kılıçdaroğlu’na destek veren Alevi seçmenlere yönelik bir kriminalize etme stratejisidir. Böylece Alevi yurttaşların demokratik seçimlere katılma hakkı, meşru siyasal tercih değil, grupsal komplo olarak kodlanır. Bu ve benzeri sosyal medya paylaşımları yapan hesaplar —ki sayıları yüzleri, hatta binleri bulmaktadır— doğrudan doğruya Alevifobik komplo söylemlerini seküler dilde yeniden üretmektedir. Tıpkı “CHP bir Alevi partisidir” gibi sağcı-dinci komplo teorilerinde görüldüğü gibi, burada da Alevi siyasal katılımı “hak” değil “sızma” olarak sunulmakta ve Alevi yurttaşların demokratik temsili gayrimeşru bir iktidar işgali gibi gösterilerek kriminalize edilmektedir.

Esasında bu tür paylaşımlar  ¾kolaylıkla yanlışlanabilir olan ¾ Alevilerin Kılıçdaroğlu’nu sırf Alevi olduğu için desteklediği varsayımına dayanır. Oysa iyi bilinen bir gerçektir ki, Alevilerin ağırlıklı olarak CHP’ye yönelmeleri Kılıçdaroğlu ile başlamamıştır; bilhassa laiklik hassasiyetleri nedeniyle Aleviler, Kılıçdaroğlu’ndan önce de büyük oranda CHP’yi desteklemişlerdir. Bu varsayımı yanlışlayan ve daha da ironik kılan bir diğre husus, sürecin başlarında Alevilerin büyük çoğunluğunun Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığına açıktan karşı veya mesafeli olmalarıdır. Bu karşıtlığın veya mesafeli duruşun iki temel nedeni vardı: Birincisi, muhalefetin diğer kesimlerinde de sıkça dile getirilen, Kılıçdaroğlu’nun yumuşak liderlik tarzı ve hitabet zayıflığına yönelik eleştirilerdi. İkincisiyse daha Alevilere özgü bir kaygıya dayanıyordu: Özellikle Maraş, Çorum, Sivas gibi katliamları yaşamış yaşlı kuşaklarda baskın olan, devletin bir Alevinin —hele hele bir Dersimlinin— cumhurbaşkanı olmasına izin vermeyeceği ve böyle bir durumda hem Kılıçdaroğlu’nun hem de Alevi toplumunun zarar göreceği yönündeki güçlü korkuydu. Bir yaşlı Alevi kadının ifade ettiği gibi —ve ne yazık ki büyük oranda haklı çıktığı gibi—”kabak yine Alevilerin başına patlayabilirdi.” Bütün bu çekince ve korkulara rağmen, adaylığının kesinleşmesiyle ve Alevilerin en çok oy verdiği ikinci parti olan HDP’nin de adaylığına onay vermesiyle birlikte, farklı siyasi görüşlerden de olsa Alevilerin büyük çoğunluğu —daha önceleri Kılıçdaroğlu’nu sağa kaymakla eleştirenler dahil— cumhurbaşkanlığı seçimlerinde onu desteklemiştir.

Alevilerin Kemal Kılıçdaroğlu’na desteği esas itibariyle siyasi saiklerle açıklanabilir olmakla birlikte, bazı Alevilerde onun adaylığının Alevi kimliği nedeniyle özel bir heyecan yarattığı da doğrudur. Bu heyecanın iki temel kaynağı vardı. İlki, Kılıçdaroğlu’nun dürüstlüğü, naifliği ve ahlaki duruşunun — her ne kadar uzun süre Alevi kimliğini açıkça telaffuz etmemiş olsa da — Alevi değerlerini hakkıyla temsil ettiğine dair kanaattir. İkincisi ise, bir Dersimli Alevinin cumhurbaşkanlığına aday olmasının taşıdığı sembolik anlamdır. Alevilerin tarihsel olarak maruz kaldıkları ayrımcılıklar ve günümüzde kimliklerinden ötürü hâlâ vali ya da emniyet müdürü gibi belli bürokratik pozisyonlara gelememeleri göz önünde bulundurulduğunda, bu adaylığın sembolik değeri kolaylıkla anlaşılabilir. Bu bakımdan, ABD’de bir siyahinin başkan seçilmesiyle Türkiye’de bir Alevinin cumhurbaşkanı adayı olması esasen benzer sembolik güce sahip gelişmelerdir.

Ne var ki, Alevilerin — özellikle de Dersimli Alevilerin — son derece anlaşılabilir bu duyguları, kendini demokrat ya da çoğulculuktan yana olarak tanımlayan çevreler tarafından dahi yeterince empatiyle karşılanmamıştır. Bu bağlamda, sosyal medyada bazı Aleviler tarafından Kemal Kılıçdaroğlu’na duyulan sempati ve saygının bir ifadesi olarak kullanılan “piro/dede” lakabı, mezhepçi bir bakış açısı ve projeksiyonla “Dersimcilik” veya “Alevicilik” olarak damgalanmış ve eleştirilmiştir. Oysa Türk siyasetinde, hemşehrilik bağlarından, kimliksel yakınlıklardan, kişisel özelliklere yapılan göndermelerden ya da yalnızca sevgi ve hürmet duygularından türeyen lakapların kullanımı son derece yaygındır. Örneğin, Süleyman Demirel’e “Baba”, Necmettin Erbakan’a muhafazakâr İslami kimliği ve akademik geçmişi nedeniyle “Hoca”, Recep Tayyip Erdoğan’a ise hem otoriter kişiliği hem de Karadenizli kimliği nedeniyle “Reis” denmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Buna rağmen, Kılıçdaroğlu için, bir yandan Dersimli-Alevi kimliğine, diğer yandansa yaşına gönderme yapan piro/dede lakabının kullanılmasının muhalif kesimde yarattığı rahatsızlık, seküler, liberal ve sol kesimlerde bile Aleviliğin hâlâ bir anomali ya da tabu olarak görüldüğü gerçeğini bir kez daha dolaylı olarak teyit eder. Bu durum aynı zamanda, tıpkı ırkçılıkta olduğu gibi, mezhepçiliğin örtük tezahürlerinden birinin azınlık kimliklerine karşı farklı standartların uygulanması olduğunu da ortaya koyar.

Kılıçdaroğlu’ndan Günah Keçisi Yaratmak: Mezhepçi Söylemin Çifte Standartları

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı görevini bırakmasının ardından bir süreliğine sönümlenen tartışmalar, halefi Özgür Özel’in seçildiği son parti kurultayının şaibe iddialarıyla yargıya taşınması üzerine yeniden alevlenmiş ve kısa sürede olağan siyasi eleştirilerin çok ötesine geçen, yalnızca bir liderlik değişimine ya da seçim yenilgisine verilen tepki olarak değerlendirilemeyecek kadar aşırı bir sertliğe ulaşmıştır. Bu tartışmaların içeriğinden ziyade dikkat çeken, Kılıçdaroğlu’na yöneltilen eleştirilerin biçimi, dili, tonu ve şiddetidir. Öyle ki, sosyal medyada anonim hesaplar üzerinden yapılan alenen saldırgan, küfür ve tehdit içeren paylaşımlar bir yana, kamuoyunda görünürlük sahibi gazeteciler, köşe yazarları ve hatta akademisyenler —ki bunların hemen hepsi kendisini CHP’li ya da en azından muhalif olarak konumlandırmaktadır— Kılıçdaroğlu hakkında “hain”, “şerefsiz”, “yüzüne tükürülmeli”, “hortlak”, “onun adına utanıyorum” gibi son derece ağır ve hakaretamiz ifadeler kullanabilmiş, hatta “Kemal Kılıçdaroğlu bir operasyonla genel başkan yapıldı” gibi kaba komplo teorileri üretecek kadar ileri gitmiştir. Bu tür söylemler, herhangi bir objektif analizin veya eleştirinin sınırlarını fazlasıyla aşmakta; politik olmaktan ziyade, kişilik temelli bir itibarsızlaştırmaya işaret etmektedir.

Bu tür aşırı tepkiler, ilgili çevreler tarafından halkın cumhurbaşkanlığı seçimindeki yenilgi sonrası yaşadığı hayal kırıklığının doğal bir dışavurumu olarak açıklanıp normalleştirilmeye çalışılsa da, gerçekte burada azınlık kimliğine sahip siyasetçilere uygulanan çifte standardın son derece tipik bir örneğiyle karşı karşıyayız. Nitekim ne geçmişte ne de günümüzde Türkiye’de herhangi başka bir siyasetçiye bu denli açık ve hoyrat bir biçimde hakaret edildiği görülmemiştir. Bu durum, Kılıçdaroğlu’nun siyasi performansından bağımsız olarak, onun “öteki” kimliğinin taşıdığı sembolik yükle doğrudan ilişkilidir ve bu bağlamda mezhepçiliğin örtük tezahürlerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Bu tür bir okumanın haklılığını destekleyen bir başka gösterge, Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığının özünde yanlış bir tercih olduğu ve bu tercihin dönemin CHP yönetimi tarafından değil de adeta parti içindeki Alevi lobisinin bir dayatması sonucu alındığı yönündeki tamamen temelsiz imalardır. Oysa yalnızca cumhurbaşkanlığı adaylığı değil, seçim öncesi ve sonrası izlenen tüm siyasi stratejiler ve alınan kararlar, dönemin CHP yönetiminin ortak iradesiyle belirlenmiş ve uygulanmıştır. Üstelik bu yönetimin içinde, bugün partinin genel başkanlığını yürüten Özgür Özel dahil olmak üzere, halen parti yönetiminde bulunan birçok isim yer almaktadır. Buna rağmen Kılıçdaroğlu’nun—örneğin Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ı aday göstererek CHP’ye yıllar sonra iki büyükşehri kazandırması gibi—önemli siyasi başarıları yok sayılırken, yalnızca partinin bugün yaşadığı krizlerden değil, adeta ülkenin tüm sorunlarından da sorumlu tutulması ve günah keçisi ilan edilmesi son derece olağandışı ve dikkat çekicidir. Bu derece gerçeklikten kopuk, akıl ve nezaket sınırlarını aşan değerlendirmelerin, bütün süreç dikkate alındığında tek açıklaması, bir Alevi siyasetçinin “haddini aşarak” cumhurbaşkanlığına aday olmasıyla işlediği adeta “ilk günahının” bedelinin ödetilmesi isteğidir.

Irkçılık çalışmaları bize göteriyor ki, azınlık kimliğine sahip bir siyasetçiye yönelik çifte standart uygulamasının en sık karşılaşıldığı durumlardan bir diğeri de, aynı veya benzer siyasi pozisyonların ya da davranışların çoğunluk mensubu siyasetçilerde “normal” hatta “arzu edilir” olarak değerlendirilmesine karşın, azınlık mensubu siyasetçilerde eleştiri konusu yapılmasıdır. Örneğin, baskın gruptan bir siyasetçide “kararlılık”, “cesaret” ya da “tecrübeye dayalı vizyon” olarak takdir edilen tutumlar, “öteki” kimliğine sahip bir siyasetçide “kifayetsizlik”, “inatçılık” ya da “gizli ajanda” gibi olumsuz çerçevelerle sunulabilmektedir. Bu çifte standardın tipik örneklerini Kemal Kılıçdaroğlu vakasında da görüyoruz. Örneğin, —sanki siyasi hırs tüm siyasetçilere özgü bir nitelik değilmiş gibi— Kılıçdaroğlu’nun “hırslı” olmakla suçlanması ya da toplumdaki kutuplaşmayı azaltmak ve sağ seçmenden de oy alabilmek amacıyla kurduğu—ve benzer bir durumda çoğunluk mensubu bir siyasetçide stratejik zekânın göstergesi olarak değerlendirilebilecek olan—Altılı Masa koalisyonunun, onun özelinde yalnızca kendi cumhurbaşkanlığı adaylığını dayatmak için kurgulanmış bir komplo olarak yorumlanması bu tip çifte standartlara açık örneklerdir.

Meşru İtirazları Bastırma Mekanizması: Projeksiyon Olarak “Mezhepçilik” Suçlaması ve “İyi Alevi” – “Kötü Alevi” Kurgusu

Amerika’da George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından ortaya çıkan ırkçılık karşıtı tepkiler ve bu tepkilerin somutlaştığı “Siyah Hayatlar Değerlidir” sloganı, beyaz üstünlükçü sağ kesimler tarafından beyazlara yönelik ırkçı saldırılar olarak sunulmaya çalışılmıştır. Nitekim Trump yönetimi de, kurumlarda çoğulculuğu teşvik etmeyi amaçlayan DEI (Çoğulculuk, Eşitlik, Kapsayıcılık) programlarını, yine bu argümana dayanarak—yani “beyazlara karşı ayrımcılık yapıldığı” iddiasıyla—hedef almış ve sona erdirmiştir. Oysa bizzat ırkçılığa yönelik eleştirilerin, özellikle siyahi aktörler tarafından dile getirildiğinde “ırkçılıkla” itham edilmesi, ırkçılığın inkâr yoluyla işleyen bir uzantısıdır. Güç ilişkisini ters yüz ederek baskın olanı mağdur konumuna yerleştiren bu tür tepkiler, bir yandan ırkçılığın kişisel önyargıları aşan, yapısal bir güç hiyerarşisine dayanan doğasını görünmez kılarken, diğer yandan da eşitsizlikleri dillendirenleri suçlayarak eleştiriyi etkisizleştirmeye çalışır. Irkçılık çalışmalarında bu mekanizma “saptırma stratejisi” ya da “projeksiyon” olarak adlandırılır ve nihai amacı, beyaz ayrıcalığına dayalı toplumsal düzenin tahkimidir.

Benzer söylemsel karşı stratejilere Kemal Kılıçdaroğlu etrafında dönen tartışmalarda da tanık oluyoruz. Burada söz konusu olan, Kılıçdaroğlu’nun adaylık sürecinde maruz kaldığı mezhepçi tepkiler ile onun şahsında tüm Alevi toplumuna yöneltilen nefret söylemlerini eleştiren Alevi kimlikli kişilerin, “mezhepçilikle” ya da “kimlik siyaseti yapmakla” itham edilmesidir. Bizzat mezhepçiliğin açık ya da örtük tezahürlerini eleştirenlerin mezhepçilikle suçlanması, aynen siyahilerin hak arayışlarının ırkçılıkla suçlandığı örneklerde olduğu gibi, bir yandan mezhepsel önyargıların güç ilişkisine dayalı sistematik doğasını görünmez kılarken, diğer yandan da söz konusu eşitsizlikleri dile getirenleri suçlayarak veya “duygusal” ya da “taraflı” olmakla itham ederek eleştiriyi itibarsızlaştırma ve susturma işlevi görür. Mesele yalnızca mezhepçiliğin eleştirisi değil; aynı zamanda azınlık bir kimliğe mensubiyetin kamusal alanda dillendirilmesiyle, yazılı olmayan “görünmez olma” normunun ihlal edilmesidir. Bu bağlamda, azınlık konumundaki aktörlerin kimlik temelli eşitsizlikleri kamusal alanda dile getirmesi, toplumsal normları ihlâl eden bir tehdit olarak algılanmakta; bu tehdit ise “tarafsızlık” ya da “birleştirici siyaset” gibi evrensel değerlerin kisvesi altında bastırılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla, mezhepçiliğe karşı çıkan bir kişinin “mezhepçilik yapmakla” suçlanması, mezhepçiliğin bizatihi kendisini gizlemek, meşrulaştırmak ve eleştiriden korumak amacıyla işleyen klasik bir projeksiyon ve saptırma stratejisidir. Toplumun yüzleşmesi gereken bir gerçeği örtmeyi amaçlayan bu tür stratejiler, tam da bu yönleriyle mezhepçiliğin en sinsi ve tehlikeli tezahürlerinden birini oluşturur.

Bir azınlığa yönelik ayrımcılığa karşı geliştirilen meşru itirazların bastırılmasının bir diğer, nispeten daha sofistike yöntemi; azınlık üyelerini “iyi/makbul” ve “kötü/gayrimakbul” şeklinde ayrıştırmak ve birincisini model olarak sunmak suretiyle ikincisini gayrimeşru göstermektir. Bu tür ayrıştırmalarda ölçüt, ilgili grubun hakları konusunda siyasi bir tavır sergilenip sergilenmemesi ya da kamusal alanda bu konularda ses çıkarılıp çıkarılmaması üzerinden belirlenir. Nitekim sağ siyaset, bu tür ayrıştırma stratejilerini yalnızca Aleviler için değil, başta Kürtler olmak üzere diğer azınlıklar için de sıklıkla kullanmıştır. Siyasileşmemiş, yani kimlik temelli eşitlik taleplerinde bulunmayan; dolayısıyla mevcut düzeni tehdit ediyor algısı yaratmayan, hatta destekleyen azınlık mensupları “makbul” örnekler olarak sunulurken, bu konularda kamusal alanda ses çıkaran ve mücadele verenler “kötü” ya da “tehlikeli” özneler olarak lanse edilmiştir. Nitekim yakın zamanda, Suriye’deki Türkiye destekli rejimin Alevi katliamlarına itiraz eden Alevilerin, iktidar yanlıları tarafından “siyasal Aleviler” olarak yaftalanıp gayrimeşrulaştırılmaya çalışılması, bu durumun en net örneklerinden biridir.

Benzer bir “iyi Alevi / kötü Alevi” ayrıştırmasının, kendisini laik ve Kemalist olarak tanımlayan, özellikle CHP içerisindeki bazı kişi ve çevreler tarafından da yapıldığını son Kemal Kılıçdaroğlu vakasında gözlemledik. Bu çevreler için Aleviler; öz Türk sayıldıkları, laikliğe ve Kemalizme olan bağlılıklarını vurguladıkları, her durumda parti bütünlüğünü önceledikleri ve Alevi kimliklerini görünmez kıldıkları oranda makbul ve değerlidir. Buna karşılık, Kemal Kılıçdaroğlu’na ve onun üzerinden Alevilere yöneltilen dışlayıcı, aşağılayıcı ve tehditkâr mezhepçi söylemleri ve sosyal medya paylaşımlarını —ve daha da önemlisi, bunları bir kez olsun reddetmeyen ya da kınamayan CHP yönetimini— eleştiren Aleviler, “kimlik siyaseti” yapmakla veya “mezhepçilikle” suçlanarak “kötü Aleviler” kategorisine yerleştirilir. Dahası, bu “kötü Alevilerin” mezhepçilik sorununu gündeme getirmekle “iyi Alevileri” de tehlikeye attığı ima edilir. Mesela yakın zamanda, CHP’li bir hesaptan yapılan bir X paylaşımında, Kılıçdaroğlu üzerinden Alevilere yönelik nefret söylemini eleştirenler “yeni Alevi katliamları için objektif şartları hazırlamakla” itham edilmiş, böylece dolaylı olarak tüm Alevilere bir anlamda aba altından sopa gösterilmiştir.

Bu tür ayrıştırma stratejilerinin esas amacı, hedef alınan topluluk içerisinde bir iç denetim ve oto-sansür mekanizması oluşturmaktır. Diğer bir deyişle, burada amaçlanan; grubun, mevcut sosyo-dinsel hiyeraşileri içselleştirmiş, toplumsal beklentilere uyum sağlayan kısmını taltif ederek veya koruyor görünerek, onların aynı grubun yüksek sesle eşitlik talep eden ve mezhepçi tepkilere itiraz eden kesimini dışlamasını ve susturmasını sağlamaktır. Nitekim Kılıçdaroğlu’na ve Alevi toplumuna yönelik partili çevrelerden gelen mezhepçi tepkileri eleştiren Alevi kimlikli bireylerin çıkardığı sesten en çok rahatsız olanlar arasında bazı Alevilerin de bulunması, bu mekanizmanın nasıl işlediğini açık biçimde ortaya koymaktadır.

Sonuç

Kemal Kılıçdaroğlu etrafında örülen tartışmalar ve bu tartışmaların Alevifobik tonları, Türkiye’de mezhepçiliğin yalnızca sağ-muhafazakar cenahla sınırlı olmayan, çok daha derin, yaygın ve katmanlı bir yapısal sorun olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Mezhepçilik, tıpkı ırkçılık gibi, yalnızca düşmanlık ya da önyargı değil, aynı zamanda bir hiyerarşik normatifliğin sürdürülmesidir. Bu bağlamda, Kılıçdaroğlu’na yönelik eleştirilerde sıklıkla gözlemlenen dolaylı ya da kodlu mezhepçi alt metinler, yalnızca kişisel tutumların değil, içselleştirilmiş toplumsal düzenin de tezahürüdür. Mezhepçiliğin bu gündelik, sıradan ve çoğu zaman “makul” görünen halleri, onu daha da tehlikeli kılar; çünkü inkârı kolay, teşhiri zor ve toplumsal meşruiyeti yüksek bir ayrımcılık biçimi üretir.

Bu nedenle, Türkiye’de Alevilere yönelik eşit yurttaşlık taleplerinin sahici bir karşılık bulabilmesi için, mezhepçiliğin yalnızca şiddetli patlamalarla değil, aynı zamanda gündelik hayatın içine sinmiş ve normalleştirilmiş biçimleriyle de yüzleşmek gerekmektedir. Bu yüzleşme, sadece iktidarın değil, muhalefetin de kendi diline, reflekslerine ve bilinçaltına dönüp bakmasını gerektirir. Kılıçdaroğlu örneği, Türkiye’de azınlık kimliklerinin siyasetteki temsiline ilişkin meseleleri tartışırken yalnızca kimlik temelli dışlanma pratiklerine değil, aynı zamanda bu dışlanmanın üzerini örten söylemsel mekanizmalara da dikkatle odaklanmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, eşit yurttaşlık talebinin dile getirilmesini “kimlik siyaseti” olarak itibarsızlaştırmaya çalışan yaklaşımların, toplumsal barışı değil, mevcut sosyo-dinsel hiyerarşilerin ve önyargıların yeniden üretimini sağladığı unutulmamalıdır.

Sonuç olarak, Kılıçdaroğlu’na yönelik “seçilemez aday” ithamı ve sonrasında Alevi toplumu hakkında üretilen nefret söylemleri, Alevi kimliğinin görünürlüğünün sistematik olarak bastırıldığı bir tarihsel sürekliliğin güncel siyasal alandaki yansımasıdır. Bu yansımanın teşhiri Türkiye toplumundaki mezhepçilik sorunuyla ve Alevifobiyle yüzleşmenin ilk adımı olma potansiyeline sahiptir. Bu gecikmiş yüzleşme ülkede demokratikleşme ve eşitlik arayışlarının en temel ön koşullarından biri olmaya devam etmektedir.

[1] İngilizce orijinali: “Privilege is invisible to those who have it.” Michael Kimmel, Amerikalı bir sosyoloji profesörüdür.

[2] “Alevifobi ve Yüzleş(eme)mek,” BirGün, 6/1/ 2013. https://m.facebook.com/ImcTvDirok/posts/315547868546373/?_rdr

 

Paylaş

spot_img

İlginizi çekebilir

Bunlara baktınız mı?
Benzer Başlıklar

‘Alevilere Yönelik Soykırımlarla Yüzleşme ve Direniş Hafızası’ Çalıştayı Gerçekleştirildi

Bu haber Alevilerin Sesi dergisinin 294. sayısında yayınlanmıştır. 18 Mayıs...

AABF Kültür Sanat Kurulu: Aleviliğe Sığmayan, Alevi Sanatçılığına Yakışmayan Bir Açıklama Üzerine

Kendisini uzun yıllar Alevi kimliğiyle tanıtan, Alevi halkının inanç...

Cemal Taş: Kerbela ra Bargıniye, Derd u Khuli Xo Viri ra Nêbiyê – 

Kırmanciye de vanê des u dı aşiri, hendo ki...

Efendi Çözmez: SV AKM Köln e.V. Bir Kulüpten Ötesi

Bu röportaj Alevilerin Sesi dergisinin 294. sayısında yayınlanmıştır. Misyonumuz/Hakkımızda SV AKM...

Alevilerin Sesi dergisine abone olmak ister misiniz?