Bu röportaj Alevilerin Sesi dergisinin 294. sayısında yayınlanmıştır.
“İnsanlar bir yerden başka bir yere göç ettiklerinde yalnızca bedenleriyle değil, geçmişleriyle birlikte gelirler. Bu geçmiş; yaşanmış acıları, travmaları, sevinçleri ve umutları da beraberinde taşır.”
4 Mayıs günü Berlin’de Dersim Tertelesi’nin (Soykırımının) 88. Yılında soykırım anıtı açılışı gerçekleştirildi. Avrupa Dersim Dernekleri ve Dersim Kültür Derneği Berlin öncülüğünde uzun yıllara dayanan bu anıt çalışması içinde yer alan ve bu anıtın tasarımcısı olan Sanatçı Ezgi Kılınçaslan Alevilerin Sesi Dergisinin sorularını yanıtladı.
-Öncelikle hoş geldiniz diyip ilk sorumuzla söyleşimize başlayalım. Soykırım anıt projesine dahil olduğunuz ilk zamana dönelim. Nasıl dahil oldunuz?
2022 yılının sonunda, sanatçı arkadaşlarım Nadine Reschke ve Seçil Yersel’in Dersim Tertelesi üzerine yürüttüğü bir atölye çalışması vardı. Başka sanatçıların da katıldığı bu atölyeye beni de davet ettiler. Dersim Tertelesi’ni bildiğimi, ancak bu konu üzerine daha önce derinlemesine çalışmadığımı belirttim. Bununla birlikte, Ermenilerle yürüttüğüm sözlü tarih çalışmaları üzerinden, Dersim’de yaşanan acılar ile Ermenilerin yaşadığı acılar arasında bir bağ kurabilir miyiz, birbirimizi bu acılar üzerinden anlayabilir miyiz gibi sorular etrafında bir katkı sunabileceğimi düşündüm. Bu çerçevede bir atölyeye çalışması yaptım. Atölye oldukça önemli bir deneyimdi. Bu süreçte Berlin Dersim Kültür Derneği ve FDG Başkanı Kemal Karabulut’la tanıştım. Daha sonra kendisi benimle iletişime geçerek anıt sürecinden bahsetti. Zaten bu anıt üzerine yaklaşık 10 yılı aşkın çalıştıklarını söyledi.
Başlarda bu çalışmaya dahil olmak konusunda bir tedirginliğim vardı çünkü oldukça önemli bir işti ve sorumluluğu da büyüktü. Açıkçası kendi kendime “Neden ben?”, “Acaba oradan gelen biri bir şey yapılabilir mi?” gibi sorular sordum. Bu sorgulamalarımı Kemal’le paylaştığımda, bana “Ben yıllardır bununla uğraşıyorum. İnsanların sürece dahil olması kolay olmuyor ama birilerinin elini taşın altına koyması gerekiyor, bu anıtı yapmazsak gözüm açık giderim” dedi. Bu sözleri beni derinden etkiledi. Bu konuşmaların ardından sorgulamayı bıraktım ve bu sorumluluğu alarak sürece dahil olmaya karar verdim. Komisyona başka sanatçıların işleri de sunuldu. Sonuç olarak, Dersim’den getirilen taş üzerine yaptığım sanatsal çalışmanın gerçekleştirilmesine karar verildi. Geçtiğimiz yılın Eylül ayından itibaren bu eser üzerine oldukça yoğun bir şekilde çalıştım.
-Peki, Soykırım anıtını tasarlama sürecinde ilham kaynağınız nelerdi? Dersim Hozat’tan getirilen taşları seçme kararını nasıl aldınız? Ve bu malzeme eserin anlamını nasıl etkiledi?
2008 ile 2014 yılları arasında Diaspora Ermenileriyle sözlü tarih çalışmaları yaptım. Bu süreçte Ermenilerin yaşadığı acının, arkalarında bıraktığı derin boşluğu çok yakından hissettim. En çok da, kaybettikleri yakınlarına ait bir mezarlarının bile olmayışı beni etkiledi. Ziyaret edebilecekleri, yaslarını tutabilecekleri fiziksel bir yerin olmaması, acının bir türlü yerini bulamamasına neden oluyor. Bu durum, içimde çok büyük bir iz bıraktı. Acıyı konuşmak da, bir sanat eserine dönüştürmek de son derece zor. Ama bu projede yola çıktığım şey, aslında oldukça basit bir düşünceydi: O kadar büyük acılar yaşamış halklar var ki Ermeniler, Aleviler, Kürtler, Rumlar… Halk arasında söylenen bir söz vardır: “Taş olsa çatlardı.” Ben bu sözden yola çıktım. Ayrıca nesnelerin, taşların hafızası olduğuna inanıyorum. Dersim’in taşı toprağı, yaşanmış bütün acılara tanık oldu . Bir taş, bu acıları titreşimlerle, tüm tanecikleriyle içine çekmiştir diye düşünüyorum. Böyle bir hafızayı taşıyan taşı işlemek, onu sanatın bir malzemesi haline getirmek, benim için çok güçlü bir başlangıç noktasıydı. Sonra taş ocağına gittik. Orada taşı biraz da duygusal bir bağla seçtik. İlk ben gittim, ardından Kemal Karabulut geldi. Karar verirken birlikte değerlendirdik. Seçtiğimiz taşın her yüzeyi farklı bir renkteydi. Bir tarafında kırmızılıklar vardı, sanki demirden izler kalmış gibiydi. Başka bir yüzeyinde küçük delikler ve içine dolmuş topraklar…
Bu biçimsel detayların her biri bana yılların hafızasından detayları anlatır gibiydi. Sözlü tarih çalışmaları sırasında çokça tanık olduğum bir şey daha vardı: Soykırım travmasını yaşayan insanların kalplerini başkalarına açması, bu acıyı anlatması son derece zordur. Özellikle erkeklerin konuşmakta ne kadar zorlandığını, aradan yüz yıl geçmesine rağmen sessiz kaldıklarını gördüm. Bu durumun Dersim halkı için de benzer şekilde geçerli olduğunu düşünüyorum. Ancak bazı insanlar zamanla birine kalbini açar; acısını, hikâyesini anlatır. Bu, bir güven ve samimiyet anıdır. Ben bu tür ilişkilerin, bu tür anlatıların gücüne çok inanırım. Anıttaki “kalp” fikri de buradan çıktı. Yani, “taş çatlar ama hatırlar” düşüncesiyle…
Eğer kalp seviyesinden bir acıya bakarsak, onu politik bağlamından çıkarabilirsek, derininden gelen bir duyguyla hissedebiliriz. Ve bu acıyı anlamak için aynı milletten olmak, aynı görüşte olmak gerekmez. Gerçekten bir insanın acısını kalbinde hissedebilmek için insan olmak yeterlidir. Bu nedenle anıta yerleştirdiğim taş da kalbini herkese ve her zaman değil, sadece özel günlerde açacak. Tıpkı acıların sadece güven duyulan insanlarla paylaşılması gibi… O kalbin içindeki boşlukta biz hikâyelerimizi paylaşacağız, acılarımızı aktaracağız. Ama aynı zamanda yitirdiklerimizi hatırlayacağız. Hatırlama demişken… Meksika’da “Ölüleri Anma Günü” var, bilirsiniz. Çünkü onların inancına göre, “Bir insan ancak unutulduğunda ölür.” Ben de böyle düşünüyorum. Yitirdiklerimizi hatırladıkça, onlar bizimle kalmaya ve yaşamaya devam eder.
-Anlattıklarından yola çıkarak şunu söyleyebilir miyiz? Seni bu taşla bağını oluşturmaya iten şeyler arasında onun üstünde ve içinde taşıdığı ruhu hissetmenle bu taşı seçtiğinizi ifade edebilir miyiz?
Kesinlikle öyle. Bu taşla aramda kurduğum bağ tamamen onunla temas ederek, ona dokunarak ve adeta onunla konuşarak gelişti. Gerçekten her aşamasında onunla fiziksel ve duygusal bir ilişki kurarak ilerledim. Taşın içine yerleştirmek üzere tasarladığım kalp formunu işlerken de ustayla birebir birlikte çalıştım. Taşın yüzeyindeki çapakları, damarlarını çizerken ben de sürecin içinde fiziksel olarak yer aldım. Her adımda taşın rehberliğine kulak vermeye çalıştım. Taş çapağa denk geldiğinde düz cizgi çizdirmiyor, kendi yolunu, kendi karakterini dayatıyordu adeta. Bunu onu dinlemeseydim duymayabilirdim. Onun taşıdığı hafıza, formu ve direnç noktalarıyla birlikte ortaya çıkan bu süreç, yalnızca bir malzemeyle çalışmak değil; onunla birlikte düşünmek ve hissetmek gibiydi. Her aşamada bu bağı hissetmeye ve taşın bana söylediklerini duymaya çalışarak ilerledim.
-Peki, Berlin Blücherplatz adlı alana bu anıtın yerleştirilmesi sizce neden önemli? Ve bu mekanın seçimi eserin anlamını nasıl güçlendiriyor ?
İnsanlar bir yerden başka bir yere göç ettiklerinde yalnızca bedenleriyle değil, geçmişleriyle birlikte gelirler. Bu geçmiş; yaşanmış acıları, travmaları, sevinçleri ve umutları da beraberinde taşır. Çok kültürlü Almanya toplumunu düşündüğümüzde, bu herkes için geçerli, elbette Dersimliler için de. Bu insanlar, memleketlerinden yalnızca kimliklerini değil, aynı zamanda geçmişte yaşadıkları büyük bir acının yükünü de buraya getirdiler. Bu anıtın Berlin’de, kamusal bir alana yerleştirilmesi yalnızca bir hatırlama pratiği değil, aynı zamanda bir tanınma ve kabul göstergesidir. Dersimlilerin Almanya’daki varlığının kamusal alanda görünür hâle gelmesidir. Bu, çok kültürlü bir toplumun gelişmesi açısından çok kıymetli. Almanya’da “entegrasyon” sıkça konuşulan bir kavram ama çoğu zaman unutulur: entegrasyon tek taraflı bir süreç değildir.
Göçmen toplulukların kendi geçmişlerini ve hafızalarını ifade edebilecekleri alanlar yaratılmadıkça, bu süreç eksik kalır. Anıt gibi yapılar, “Senin hikâyene burada da yer var” diyebildiğimiz semboller hâline gelir. Bu da aidiyet duygusunu güçlendirir. Öte yandan Blücherplatz’ın da kendine ait bir tarihsel hafızası var. Nazi döneminde burası bir cok direnişe ev sahipliği yapmış, bu da mekâna önemli bir politik arka plan kazandırıyor. Ben bu taşın ve bu anıtın oraya yerleştirilmesini, iki farklı direniş ve hafızanın buluşması olarak görüyorum. Taşın Dersim’den taşıdığı hafıza ile mekânın yerel hafızasının bir araya gelmesi; zulme karşı ortak bir direniş fikrini de besleyebilir. Bu tür karşılaşmalar, kolektif bir hafıza alanı yaratabilir. Zamanla bu buluşmanın ne tür anlamlar doğuracağını hep birlikte göreceğiz. Ama umuyorum ki bu taş, Blücherplatz’ın geçmişiyle birleşerek insanlar arasında zulme karşı dayanışmayı, ortak bir farkındalığı güçlendiren bir zemine dönüşür.
-Dersim 38 Tertelesinin 88. yıl dönümünde bu anıtın açılması Alevi toplumu ve genel olarak hafıza kültürü açısından sizce ne ifade ediyor?
Bence bu noktada en önemli şey “hatırlamak” eyleminin kendisi. Hatırlamak benim için çok kıymetli, çünkü sabit, değişmeyen bir şey değil. Dünü bugün başka hatırlıyorum, yarın yine başka hatırlayacağım. Bir ay sonra belki çok daha farklı bir yerden bakacağım aynı olaya. Genellikle hafızayı geçmişte kalmış, kapanmış bir şey gibi görürüz. Oysa hafıza yaşayan, dönüşen, genişleyen bir şeydir. Zamanla, anlatılan hikâyeler çoğaldıkça, biz de geçmişi başka türlü hatırlamaya ve düşünmeye başlarız. Bu da aslında geleceğe şekil veren çok güçlü bir süreçtir.
Dersim 38’in hatırası da böyle. Sessizliğin içinden sızan, uzun yıllar bastırılmış bir hafıza. Bu hafızayı dillendirmek, ona yer açmak; yalnızca kaybedilenlerin yasını tutmak değil, aynı zamanda bugünün vicdanını inşa etmektir. Bu anıt, 88 yıl sonra da olsa, inkârın kalın duvarlarına bir gedik açıyor. Ve o gedikten, yalnızca geçmişin karanlığı değil, geleceğe sızabilecek bir umut ışığı da süzülüyor. Geçmiş, çoğunlukla muktedirlerin diliyle anlatılır. Ama biz bugün başka bir yerden konuşuyoruz: Ezilenlerin, dışlananların, susmaya zorlananların dilinden. Bu dili duyulur kılmak, yalnızca adalet arayışı değil, aynı zamanda yeni bir toplumsallığın, yeni bir birlikte yaşama biçiminin çağrısıdır. Çünkü hafıza bir mücadele alanıdır; kimin neyi hatırlayacağı ve nasıl hatırlayacağı üzerine verilen bir mücadele.
Blücherplatz’daki bu taş, sadece bir taş değil. O aynı zamanda Dersim’den buraya taşınan bir tanıklık, bir beden, bir kalp gibi orada duruyor. Ve orada durdukça bize şunu hatırlatıyor: Geçmiş, geçmişte kalmaz. Onu nasıl hatırladığımız, nasıl konuşturduğumuz, geleceğimizin yönünü belirler. Belki de bu yüzden bu anıt yalnızca geçmişe değil, geleceğe de konuşuyor.
-Sanatçı olarak böylesine derin bir tarihsel ve kültürel anlam taşıyan bir eseri. Yaratırken karşılaştığımız en büyük zorluklar nelerdi?
Bir sanat eseri çoğu zaman tek bir imzanın taşıyıcısı gibi görünür; ama gerçekte, özellikle böyle tarihsel ve duygusal katmanları yoğun bir iş, kolektif bir emeğin içinden doğar. Bu anıtı tasarlarken çıkış noktam taştı—hem maddi hem de simgesel anlamda. Taş; sessizliğiyle, direnciyle, zamana karşı gösterdiği sabırla bana yol gösterdi. Onunla konuşarak, ona dokunarak düşündüm bu işi. Ama hiçbir şey yalnızca taşla kalmadı; insanlarla, duygularla, kurumlarla, dirençlerle örüldü süreç.
Benim için en temel meselelerden biri, kavramlarla çalışırken onlara beden buldurabilmekti. Bir fikrin, bir hafızanın ya da bir yaranın formunu bulmak—bu zaten başlı başına bir yaratıcılık gerilimi. Ama bunun da ötesinde, kadın bir sanatçı olarak varlığımı ve sözümü dinletmek, dikkate alınmak belki en görünmeyen ama en yakıcı zorluktu. Özellikle Türkiye’li topluluklarla çalışırken, kadın sesinin çoğu zaman ikinci plana itildiğine tanık oldum. Bu bir sitem değil; daha çok, birlikte dönüştürebileceğimiz bir hakikatin ifadesi.
Bu deneyim bana, yalnızca sanat üretiminin teknik ya da estetik meselelerini değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin ve güç dinamiklerinin de sanatın içine nasıl sızdığını gösterdi. Öte yandan, projeyi yürütmek de başlı başına bir örgütlenme becerisi gerektirdi. Taşın yerinden alınmasından işlenmesine, lojistiğinden kurumsal ilişkilerine kadar her aşama ayrı bir zorluktu. Ve taşın kendisi… Sadece fiziksel olarak değil, duygusal ve tarihsel yüküyle de ağırdı. Onunla çalışmak, sadece bir malzemeyle değil, bir halkın acısıyla, sessizliğiyle, bekleyişiyle çalışmaktı.
Tüm bu süreçler, zaman zaman yorucu ve karmaşık olsa da bugün geriye dönüp baktığımda, her biri öğretici, dönüştürücü ve son derece kıymetli deneyimler olarak kalıyor. Anıtın açıldığı gün, o taşın önünde duran her yüz, her bakış, bana bu çabanın ne kadar anlamlı olduğunu gösterdi. Zorluklar, sanatın sessiz sabrında eridi ve geriye derin bir hatırlama alanı kaldı.
– Bu anıtın Alevi kimliğinin ve hafızasının gelecek nesillere aktarılmasında nasıl bir rol oynayacağını düşünüyorsunuz?
Bu anıt, yalnızca geçmişe ait bir sessiz tanık değil; aynı zamanda geleceğe uzanan bir çağrıdır. O, bir sanat eseri olarak benimle ve birlikte çalıştığımız insanlarla şekillendi, ama anlamı ve etkisi bundan çok daha fazlasını içeriyor. Açılış gününde, orada bulunanlarla birlikte bir tür duygusal eşik aşıldı; insanların iç dünyalarına, kalplerine dokunan bir an yaşandı. Hâlâ kulağımda çınlayan sözlerden biri, törenden sonra bir annenin bana söylediği cümleydi: “Sen kalbimize dokundun.” Bu, yalnızca sanatçının duyabileceği en derin karşılıktı belki de. Ancak hafızanın taşlaşması, onun bir yüzeye kazınmasıyla tamamlanmaz. Gerçek anlamıyla yaşamaya devam etmesi, onu kuşaktan kuşağa aktaran bir topluluk iradesini gerektirir. Bu anıt, Alevi hafızasının geleceğe taşınmasında bir başlangıç noktası olabilir, evet. Ama bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, artık kolektif bir sorumluluk alanına giriyor. Bu taşın etrafında kuracağımız ritüeller, anmalar, sohbetler ve eğitsel çabalar; onun bir sembolden bir hatırlama mekânına dönüşmesini sağlayacaktır.
Bugün bu hafıza daha çok orta yaşlı ve yaşlı kuşakların belleğinde canlı. Ama esas mesele, bu taşı çocuklara nasıl anlatacağımız. Onunla nasıl ilişki kurmalarını sağlayacağımız. Taşın sessizliğini onların sorularıyla nasıl konuşturacağımız. Bu ancak ortak bir niyetle ve ortak bir emekle mümkün olabilir. Çünkü hafıza tek başına bir bireyin taşıyabileceği bir şey değil. O, paylaşıldıkça anlamlanan, kolektif olarak var olan bir şey. Anıtlar yalnızca geçmişi değil, geleceği de kurar. Bu taşın çevresinde oluşacak yeni kuşak anlatıları, Alevi kimliğinin sadece acı değil, direnç ve umutla da örülü olduğunu gösterebilir. Hafıza sabit değil, akan bir şeydir. Bu taş da öyle: Yerleştirilmiş olsa da durağan değil. Ona yaklaşan her yeni göz, her yeni kuşak, ona yeni anlamlar yükleyecek. Gelecekte bu taşın çevresinde çocuklar oyun oynarken, gençler oturup sorular sorarken, belki de asıl hafıza o zaman kendini bulacak.
-Son olarak söylemek eklemek istediğiniz cümleler ve bir mesajınız var mı?
Törenden sonra birçok insan ulaştı, duygularını, düşüncelerini paylaştı. Bu temaslar çok kıymetli. Şimdi birlikte şuna bakıyoruz: Bu temaslar bizde ne uyandırıyor? Ne değiştiriyor içimizde? En çok da şunu merak ediyorum: Biraz olsun iyileşebilecek miyiz? Bu taş, bu anıt, bizleri o derin, suskun acılarla buluştururken, aynı zamanda iyileşmeye giden bir yolun başlangıcı olabilir mi? Dilerim ki öyle olsun. Çünkü bu kadar kötülüğün içinden geçen bir dünyada, iyiliğe, şefkate, kolektif umuda çok ihtiyacımız var. Yalnızca ben değil, birçok insanda da bu ihtiyacı görüyorum, hissediyorum. Bu anıtın, sadece bir hatırlama nesnesi değil, aynı zamanda bir iyileşme alanı olmasını umut ediyorum. Birbirimizle bağ kurduğumuz, kalbimizi açabildiğimiz, farklılıklarımızla birlikte var olabildiğimiz bir yer. Umuyorum ki bu eser, insanları ayrıştıran değil, birleştiren, uzaklaştıran değil, yakınlaştıran bir rol üstlenir. Hafıza, yalnızca geçmişle ilgili değildir. Hafıza, geleceği nasıl kuracağımızla da ilgilidir. Ve belki de bu taş, bizi geçmişin acısından bugünün şefkatine, yarının umuduna taşıyabilecek küçük ama anlamlı bir adım olabilir.
-Ben de Alevilerin Sesi adına hem böyle kalbi olan bir eserdeki emeğiniz ve bu söyleşi için zaman ayırdığınız teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Röportaj ve Fotoğraflar: Ulaş Yunus Tosun / Berlin